Hasan Karakaya

Hasan Karakaya

Balkanlar’da görülecek o kadar yer var ki!

Balkanlar’da görülecek o kadar yer var ki!

Herhalde sizler de farkındasınızdır...
Çok mecbur kalmazsam, hele de “olayın farklı boyutları” yoksa, “aynı konu” hakkında peşpeşe yazı yazmak, pek adetim değildir... Ama görüyorsunuz; “Balkanlar’da geçirdiğimiz 3 gün” için, bugünle birlikte “3 yazı” yazdım... Bunu, kendi kendime de sordum; neden 3 yazı?.. Oysa, bugüne kadar gittiğim “10-15 ülke” hakkında birer yazı yazmıştım... Peki “Balkanlar” için neden 3 yazı?.. Herhalde, “görmeyi en çok arzu ettiğim ülkeler”den olmasından... Ama, hayır; onun da ötesinde bir şey bu... Belki “o topraklara verdiğim önemi” göstermek istiyorum... Belki de, “Evlâd-ı Fatihan” oldukları için... Sebep her ne olursa olsun; o topraklarda yaşayan insanların, “bizim dindaşlarımız, bizim soydaşlarımız” olduğunu ve onlara “sahip çıkılması” gerektiğini vurgulamak için bu yazıları yazdım...
Gerçek de bu; “biz onlarız, onlar da biz!”
O insanlar, bizim bir parçamız... Elimiz, kolumuz, ayağımız, gövdemiz... “Türkiye’den geldiğimizi” öğrenince öyle bir “mutlu” oluyorlar, kendilerini öyle bir “güçlü” hissediyorlar, öyle bir “sevinç” duyuyorlar ki; “bir defa kucaklaşmak” yetmiyor, bir daha, bir daha kucaklıyorlar... Hani var ya, “baştacı” yapıyorlar... Neredeyse “sandalye”de değil, “başlarının üstüne” oturtacaklar!..
Öylesine sevgi besliyorlar Türkiye’ye...
YAHYA KEMAL’İN EVİ ALINAMAZ MI?
Bu sevgide, biraz da “azınlık” olmanın psikolojisi yatıyor olsa gerek... Evet, “azınlık”lar, bir o kadar da “dışlanmış”lar!.. Onun içindir ki; bütün ümitleri Türkiye’de...
Dün de ifade ettiğim gibi; Makedonya Hükümeti, Vardar Nehri’nin bir tarafını “modern bir Batı şehri” haline getirirken, diğer tarafına adeta çivi çakmamış... Çivi çakılmayan bölge, “Müslümanlar”ın oturduğu yerler...
Bu da yetmemiş, “Müslümanların oturduğu” bölgeye, hem de Vardar Nehri’nin hemen dibine, “Soykırım Müzesi” inşaa ediyorlar... “Müslümanlar yaşıyor” diye bu tarafa “çivi” çakmayan hükümet, herhalde “İsrail’i memnun etmek” için, o bölgede “Soykırım Müzesi” inşaa edip, Müslümanların bağrına “hançer” saplıyor!..
“İnşaat” dedim de, aklıma geldi... Birçok ülkede olduğu gibi; TİKA, Kosova ve Makedonya’da da önemli işler yapıyor... Neredeyse “kendi hallerine terk edilen” Osmanlı eserlerini yeniden “restore” ediyorlar ki; takdir etmemek mümkün değil.
Artık TİKA mı yapar, Dışişleri veya Meclis mi yapar, sanıyorum Yahya Kemal’e de vefa göstermenin vakti geldi... Program yoğunluğundan gidip görme imkânımız olmadı ama, öğrendiğimiz kadarıyla, “Yahya Kemal’in doğduğu ev” şu anda bir Makedon tarafından satın alınmış... O ev, “Türkiye” tarafından satın alınıp, bir “müze” haline getirilirse, herhalde “manevî bir borç” ödenmiş olur!..
Çünkü Yahya Kemal, meyvelerini Türkiye’de vermiş olsa da, köken itibariyle “Üsküplü”dür!.. 2 Aralık 1884’te Üsküp’te doğmuştur...
“Balkanlar’ın fethi”ni de;
Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik;
Bin atlı, o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Ak tolgalı Beylerbeyi haykırdı: “İlerle!”
Bir yaz günü geçtik, Tuna’dan kafilelerle.”
Dizeleriyle en güzel anlatan odur!..
Özetle diyeceğim şu:
Onun doğduğu ev satın alınıp, bir “müze” haline getirilmeli ki; herkes gezebilsin!..
ÜSKÜP’TE BALKAN ÜNİVERSİTESİ
Bu arada; gerek “başörtüsü” gerek bir başka sebeple “yurtdışında okumak” zorunda kalan öğrencilere “Balkan Üniversitesi”ni tavsiye edebilirim... Rektörlüğünü Sayın Prof. Dr. Hüner Şencan’ın yaptığı Balkan Üniversitesi, bu yıldan itibaren “yeni bina”sında ve “15’er kişilik sınıflar”da faaliyet gösterecek... En önemlisi de, “denklik sorunu” olmaması... Çünkü YÖK, Balkan Üniversitesi’nin denkliğini onaylamış!..
Öyle sanıyorum ki; burasını tercih edecek öğrenciler, hiç “yabancılık” çekmeyecekler...
Mutfak, bizim mutfağımız...
İnsanlar, bizim insanımız.
Karar, elbette öğrencilerin...
GECEYARISI “BÜREK” ARADIK!
Üsküp’te yaşadığımız bir ilginçliği anlatmadan geçemeyeceğim... Yeni Şafak’tan Yusuf Ziya Cömert, Ankara’daki “30 Ağustos Resepsiyonu”na katılmak için, bizden bir gün önce döndü... Star’dan İbrahim Kiras’la, ben, tutturduk “Arnavut Böreği” yiyeceğiz!..
“İftar”larda, Bayrampaşa Belediyesi’nin açtığı sofralarda “halk”la birlikte olduğumuz için, yemekten sonra “börek” yememiz mümkün değil!..
Eee ne yapacağız?..
“Sahur”da yiyeceğiz böreği!..
Öyle ya; “Arnavut Böreği”nin merkezine gelinir de bürek yemeden dönülür mü?..
Üsküp kazan, biz kepçe, geceyarısı “açık bürekçi” arıyoruz... Dünya iyisi, güzel dost Sami Çavuş kardeşimizle birlikte gitmedik yer bırakmıyoruz!..
Ama, her taraf kapalı!..
Derken, “Gazi Baba Beldesi”ne geliyoruz, oradan da Çayır İlçesi’ne geçiyoruz...
Etraf ışıl ışıl!.. Herkes sokakta.
Dükkanlar da “sahur”a kadar açık...
Aaa, o da ne; “bürekçi” de açık...
İniyoruz “minibüs”ten...
Baş şoför Sami kardeşimiz; “Burada bir arkadaş vardı, bizim organizasyonlarda çok yardımları oldu, onu bir sorayım, bakalım buralarda mı?” deyip, birkaç kişiye sorunca, aradığı kişiyi bir “cafe”de buluyoruz...
“Hoşgeldiniz... Hoşbulduk” faslından sonra öğreniyoruz ki; o arkadaş ve onun arkadaşları, meğer Bamiresia İhsan Derneği’nin yöneticileriymiş!..
Bize, zaman zaman İHH Başkanı Bülent Yıldırım’ın da katkıda bulunduğu “faaliyet”lerini anlatıyorlar... Yaptırdıkları “cami”yi ve son 4 yıldır hemen her gün “300-400 kişiye iftar” verdikleri yeri gösteriyorlar.
Üsküp’te “11 belediye” bulunduğunu, bunlardan 4’ünün “Müslümanların elinde” olduğunu onlardan öğreniyoruz... Çayır Belediyesi de bunlardan biri...
HATUNCUK CAMİİ’NE GÖRKEMLİ AÇILIŞ
Sonra, Yahya Paşa Camii ve Hatuncuk Camii’ne götürüyorlar bizi... Hatuncuk Camii, tam 80 yıl boyunca “ibadete kapalı” imiş... Sonra Bursa Osman Gazi Belediyesi ve Üsküp’e bağlı Çayır Belediyesi işbirliğinde restore ettirilip, ibadete açılmış... Osman Gazi Belediye Başkanı Recep Altepe’yi şükranla anıyorlar.
Caminin açılışını Sayın Abdullah Gül yapmış... “Açılış törenindeki ihtişamı bir görmeliydiniz” diyorlar; “Tören öyle muhteşemdi ki, 7’den 70’e herkes buradaydı... Bütün Müslümanlar Abdullah Gül’ü bağrına bastı!”
Hatuncuk Camii’ni de gördükten sonra, dönüyoruz “cafe”ye... Diyoruz ki; “Biz bürek yemeye gelmiştik!”
Diyorlar ki;
“Büreğin lâfı mı olur?.. Hadi balık yemeye gidelim!”
Düşünün, saat gecenin yarısı... O saatte gidiyoruz 50-60 kilometre ilerideki “balıkçı”ya...
“Yemek”ti, “sohbet”ti derken, bir bakıyoruz saat 03.00 olmuş... Atlıyoruz minibüse, dönüyoruz Üsküp’e!.. “Sahur yemeği”ni de yedik ya, karnımız tok!..
Sizin anlayacağınız;
“Bürek” yemek, yine nasip olmuyor!..
Ama, olsun...
“Güzel insanlar”la, “mücahit Müslümanlar”la tanıştık ya, o yeter...
HARABATİ TEKKESİ’NDE NAMAZ!
Bayrampaşa Belediye Başkanı Sayın Hüseyin Bürge; “Buraya gelip de Harabati Tekkesi’ni görmemek olmaz... Ben gelemeyeceğim, ama siz görün” deyince; “Tamam” diyor Sami kardeşimiz; “Hem tekkeyi görürüz, hem Kalkandelen’i... Oradan da Gostiva’ya gideriz!”
Bir adı da Tetovo olan Kalkandelen şehrinde, Şar Dağı’nın eteklerinde Sersem Ali Baba Tekkesi olarak da bilinen Harabati Tekkesi, adından da anlaşılacağı üzere, bir Bektaşi Tekkesi...
Tekkenin bir bölümü “15. yüzyıl”da inşaa edilmiş, 18. yüzyılda ise Recep Paşa ve oğlu Abdurrahman Paşa’nın öncülüğünde bir “külliye” haline dönüştürülmüş...
Külliyeye “4 kapı”dan giriliyor... İçinde “mescid” var, “şadırvan” var, “misafir ve yemek odaları” var...
Tam bir İslâm merkezi!..
Ne var ki; “namaz ve niyaz”la pek ilgileri olmayan “Çağdaş(!) Bektaşi”ler, burasını sahiplenmeye çalışıyor... “Solcu Dışişleri Bakanları”nın görevde bulunduğu yıllarda epey “maddi yardım” görmüşler... Ama bu paraları yemişler, içmişler!..
Biz, mescidin “Yugoslav yıkımı”ndan kurtulan bölümünde “mescid ziyaret namazı” kılıp, Kalkandelen’e doğru yol alıyoruz...
ALACA CAMİİ’NİN İLGİNÇ HİKÂYESİ
Kalkandelen, “Türklerin yoğunlukta olduğu” şehirlerden biri... Bünyesinde; Şar Dağı’nın zirvesinde kurulan Baltepe Kalesi’ni ve Alaca Camii’ni barındırıyor.
Alaca Camii’nin ilginç bir hikâyesi var... Bir rivayete göre; bu camiyi “iki kız kardeş” çeyiz paralarıyla yaptırmış... Bir başka rivayete göre ise; “caminin boyama” işini aynı iki kız kardeş yapmış!..
Bugüne kadar, benzerini hiç görmediğim ilginç bir cami... Caminin içi, desen desen, nakış nakış işlenmiş!.. Boyanmamış bir santimetrekaresi bile yok... İkindi namazını orada kılıyoruz.
Üst kattan “Kur’an sesleri” gelince, yukarıya çıkıyoruz... Bakıyoruz; yaşları 10-15 arasında kız ve erkek çocuklar, “hoca”larının önünde diz çökmüş, Kur’an okuyorlar... Kızlar ve erkeklerin arası, “perde” ile ayrılmış... “Kur’an-ı Kerim sayfaları” da öğrencilere değil, hocaya doğru açık olunca, soruyoruz, neden böyle?..
“Türkçe” bilen kız öğrenci diyor ki;
“Biz, hafızlık çalışıyoruz!”
Öğreniyoruz ki; 70-75 yaşlarındaki imam, bugüne kadar 150 hafız” yetiştirmiş...
Şimdi de, “hafız adayı 25 öğrencisi” varmış...
Alaca Camii zaten güzel... Ama, bu “hafız adayları” ile daha da güzelleşiyor gözümüzde...
Öğrencileri tebrik edip, ayrılıyoruz camiden...
Sonra, uğradığımız bir kahvede; Türk ve Arnavut dostlar, bizi Baltepe Kalesi’ne çıkarıyorlar... Müthiş bir kale... “Oda”lar var, “havalandırma mazgalları” var ve içinde “Paşa”nın “fayton”la cuma namazını kılmak için Alaca Camii’ne gittiği “4-5 kilometrelik tünel” var!..
Hayran olmamak mümkün değil!..
O “paşa”lar şimdi nerdeee?!?..
Ecdat ne yapmış, bizler ne yapıyoruz...
SAAT CAMİİ’NDE OSMANLI SANCAĞI!
Kalkandelen’e gelmişken, Gostiva’yı görmeden dönmek olmaz...
Oraya da gidiyoruz ve meydandaki “saat”ten dolayı “Saat Camii” adı verilen camiyi de geziyoruz.
Cami, 1676 yılında Bekir Paşa tarafından yaptırılmış... Ancak “dar” geldiği için yerine yeni bir cami yaptırmışlar!.. Tabiî, “minare”sini muhafaza ederek!..
Camiye girince, “minber”in üzerinde asılı duran “Yeşil Sancak” çekiyor dikkatimizi... Meğer, “Osmanlı’ya saygı” nişanesi olarak, o sancak, hep oradaymış!..
VARDAR NEHRİ’NİN DOĞDUĞU YER
“Saat Camii”ni de gördükten sonra; hem şoförümüz, hem rehberimiz olan Sami Çavuş kardeşimiz; “Haydi” diyor; “Vardar Nehri’nin doğuş yerini de görelim!
Çıkıyoruz yola...
Vurtok Köyü’nü geçip, “Vardar Nehri’nin ilk çıktığı dağın eteği”ne geliyoruz...
Dağın eteklerindeki “gözenek”lerden çıkıyor su... Yolculuğuna bir “dere” gibi başlayıp, Üsküp’e geldiğinde nazlı nazlı akan “kocaman bir nehir”e dönüşüyor.
Ve biz; o nehrin çoğala çoğala aktığı Üsküp’e dönüyoruz... Arabadan indiğimizde, müezzinler “Allahuekber... Allahuekber” deyip “iftar saati”nin geldiğini haber verdiğinde, koşuyoruz masalardan birine ve hep yaptığımız gibi, iftarımızı “Üsküplü Müslümanlarla” birlikte açıyoruz...
Bu onlarla son birlikteliğimiz...
Ertesi gün, Türkiye’ye dönüyoruz.
Gönlümüzün yarısı Balkanlar’da kalarak...
Dilerim, bir başka Ramazan’ı, yine “Balkanlar’da yaşamak” nasip olur!..
Başkan Hüseyin Bürge’ye tekrar teşekkürler!..
Bize, bu “tarihi yolculuğu” yaşattığı için...

Bir cinayet ki!..
Bilirsiniz; “Hiçbir cinayet mükemmel değil”dir... Her cinayette, çok küçük de olsa bir “ihmal” vardır, bir “iz” vardır... Polis de, işte bu “iz”den hareketle “katil”i mutlaka bulur!.. Sadece “tetikçi katil”i değil, onu “azmettiren”i de bulur!..
Gelin görün ki; aradan yıllar geçmesine rağmen gerek Hızır Ali Hoca’nın, gerek Bayram Ali Hoca’nın ne gerçek katilleri bulundu, ne de azmettirenleri!..
Gerek Hızır Ali Hoca, gerek Bayram Ali Hoca; bildiğim kadarıyla “ilim yüklü” şahsiyetlerdi... Hem “birkaç yabancı dil” biliyorlardı, hem de İslâm’ı!..
Dolayısıyla cemaati aydınlatıyorlardı... Demek ki; cemaatin aydınlatılmasını istemeyenler veya “başka hesaplar” peşinde koşanlar öldürttü Hocaefendileri!..
Peki, onlar kim?..
Ya da, “Fener Rum Patrikhanesi” bu işlerin neresinde?
Şu hâle bakın; bu iki cinayetten sonra Fatih / Çarşamba cemaati “korku” içinde!..
Çünkü bu cinayetlerde “tetikçi”lerden ziyade “azmettiren”ler önemli!.. Anlayacağınız; bir cinayet ki, faili hâlâ meçhul!..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Karakaya Arşivi