Hasan Karakaya

Hasan Karakaya

Şemdin Sakık konuştu... Çevik Bir de konuşmalıdır!

Şemdin Sakık konuştu... Çevik Bir de konuşmalıdır!

Hemen her zaman söyleriz ya; biz “çiğ” yemedik ki karnımız ağrısın... Ve yine; “yara”mız yok ki, gocunalım... Allah’a şükürler olsun ki; bugüne kadar bu gazeteye atılmak istenen “çamur”ların, “iftira”ların ve boynumuza asılmak istenen “yafta”ların hiçbiri tutmadı... Tutmadı, çünkü bizim “o taraklarda bezimiz yok”tu... Bizim, hele de “illegal örgütler”le hiçbir ilişkimiz, bağımız, bağlantımız olmadı, olamaz da...
Ama bazıları tarafından; daha doğrusu bazı “odak”lar, “mahfil”ler, “illegal oluşumlar” ve onların “yardım, yardakçı ve yatakçıları” tarafından “ağır saldırılara” maruz kaldık...
Vakit’i susturmak, püskürtmek, sindirmek, korkutmak ve linç etmek için; zaman zaman “psikolojik savaş teknikleri” uyguladılar, zaman zaman “yargısız infaz”lar yaptılar!.. Allah’a hamdolsun ki, bütün saldırılardan “yüzümüzün akıyla” çıktık...
İşte bunun son örneği... Kartel gazetelerinin “dipçik ve postal zoruyla” attığı “manşet”ler, bir defa daha “gerçeğin duvarı”na çarptı ve Vakit, bir defa daha “temiz, saf, duru” olduğunu kanıtladı.
12 YIL ÖNCEKİ O MANŞETLER
“Ayrıntı”lara geçmeden önce, şöyle bir “hafıza”larımızı tazeleyelim ve “olayın geçmişi”ni hatırlayalım...
Tarih, 25 Nisan 1998...
Günlerden Cumartesi...
Hürriyet gazetesi “Dehşet itiraflar” başlıklı manşet haberinde, PKK’nın iki numaralı adamı Şemdin Sakık’ın, Gazeteci Mehmet Ali Birand ve Cengiz Çandar ile İnsan Hakları Derneği eski Başkanı Akın Birdal’ın “PKK ile işbirliği yaptığını” ve Akit Gazetesi ile Milli Gazete’nin de PKK aleyhine yazmayacaklarına dair söz verdiklerini iddia etmişti... Hürriyet Başyazarı Oktay Ekşi ise; Şemdin Sakık’ın suçladığı kişi ve kurumlara “Alçakları tanıyalım” başlıklı yazısıyla ağır hakaretlerde bulunmuştu...
Ancak, daha sonra, Şemdin Sakık; “Ben böyle bir ifade vermedim” demiş ve söz konusu ifadelerin düzmece olduğu ortaya çıkmıştı!.. Ama, olan olmuş; Birand ve Çandar, işlerini kaybetmişti...
Ordunun üst kademesindeki değişikliğin ardından Şemdin Sakık’a ait olduğu iddia edilen ifadelerin sahte olduğu, Çevik Bir ve Erol Özkasnak’ın talimatıyla basına verildiği ortaya çıkmıştı.
CAN ATAKLI DEŞİFRE ETMİŞTİ!
Ki, bu gerçeği; o dönemde Sabah gazetesi yönetiminde bulunan Can Ataklı, Öküz dergisine verdiği röportajda, şöyle açıklıyordu:
“O generalin emriyle, bir insanı siyaseten yok etme, yani linç kampanyası açıldı. Tüccar generaller var, geliyorlar ‘Şöyle bir şey yazın da bu kadının kafasını koparalım’ diyorlardı.”
Öküz dergisinin “soru”ları ve Can Ataklı’nın “cevap”ları şöyleydi:
Soru: Siz Cengiz Çandar ve Mehmet Ali Birand’ın atılması olayında gazeteye içeriden çok sert tavır koymuşsunuz.
Cevap: Çok canım sıkıldı tabiî. Generalin bir tanesi ‘Bu adamı kovacaksınız..’ diyor. O general ki bugün İstanbul’un bütün sermaye çevreleriyle içli-dışlı, her gece birinin davetinde. Böyle bir general var ve bu general kendi oturup yazdığı metni, (Sakık’ın ifadesine) ekliyor ve buraya yolluyor; ‘Yayınlayın..’ diyor.
O sırada çok hâkim durumdalar ve yapacak bir şey yok. O zaman ben, en yakın arkadaşım olduğu halde, kendi genel yayın müdürüme müthiş tepki gösterdim. Çünkü 15 gün sonra böyle bir ifade olmadığı (Şemdin Sakık’ın iddia ettiği gibi, Cengiz Çandar’ın PKK’yla irtibatı olmadığı), bunun (Sakık’ın ifadesine o general marifetiyle) sonradan eklendiği ortaya çıktı. Bir kere, bir savcının (bu ifadeleri sızdıran yayın organlarına) dava açması ve ‘Kardeşim, hazırlık soruşturmaları gizlidir, hiçbir şekilde de yayınlanamaz. Nasıl yayınlıyorsun bunu?’ diye sorması gerekirdi.
Ama sormuyor.
Çünkü orada bir ortaklık var.
General diyor ki ‘Böyle olacak..’; genel yayın müdürümü yurtdışından buluyor, baskı uyguluyor, gazeteyi batırmakla tehdit ediyor. Karşılıklı çıkar ilişkileri yüzünden, Çandar ve Birand maalesef gönderiliyor.
Bence, Sabah’ın yüzkarasıdır. Ömrümün sonuna kadar unutamayacağım ve bu meslekten ansiklopediye geçecek korkunç bir olaydır: Bir tüccar generalin talimatıyla bunun olması.
Soru: Aynı general diğer gruplara da baskı uyguladı ama...
Cevap: Uyguladı. Neden? Çünkü bir işbirliği kuruluyor. Asker, Türkiye’de çok güçlü, esas patron o...
Ama sivil bazı güçlerle ittifak halinde değilse 1 numara değil. Hepsi tüccar olan 28 Şubat generalleri -ki hepsi bugün yönetim kurullarındadır- sivil ittifak bulmuşlardı ve ortak hareket ediyorlardı. Sivil güçler de kendi çıkarları için ‘Sen patronsun..’ diyorlardı onlara.”
DİNÇ BİLGİN’İN İTİRAFLARI
Hemen hatırlatayım... “Bir Tüccar General”in emriyle haber yapan, sadece Sabah gazetesi değildir...
Aynı haberi, aynı gün Hürriyet de yaptı, Milliyet de!..
Ki, bu durumu yıllar sonra televizyonlarda ve gazetelerde açıklayan Sabah’ın o dönemki patronu Dinç Bilgin; şöyle demişti:
“O andıç meselesinde masumum. Barlas’la Çandar’ın hikayesinde yurtdışındaydım. Zafer de yanımdaydı.
Telefon geldi. “Birand’la ilgili böyle böyle bir şey çıkacak” dediler.
Sağa sola telefon açtık. Zafer, Ertuğrul’u (Özkök) aradı. Ertuğrul, “Ben manşete çekeceğim” dedi... ‘Yapma, etme..’ dedik ama razı edemedik. Biz de Cengiz’i izne çıkardık. Barlas’a gelince... Barlas’ın siyasetle ilgisi yoktu. Barlas’ı gazeteden ayırmam parasal sebepleydi.
Bu bahsettiğim tarihlerde Sabah yoldan çıkmıştı.
Yani, eski özgür Sabah değildi artık.”
Durum, herhalde anlaşıldı...
“Bir tüccar general” geliyor; “ifadelere eklemeler” yapıp herkese çamur atıyor ve diyor ki;
“Bunu, bu şekilde yayınlayacaksınız!”
Onlar da; “mecburen, mecburiyetten”(!) yayınlıyorlar!..
Sabah da yayınlıyor, Hürriyet de!..
Hem de, manşetlerden!..
Peki, bir “andıç” değil midir bu?.. Bir “yargısız infaz” değil midir?.. Resmen ve alenen bir “linç” değil midir?..
SAKIK, ŞİDDETİN KİTABINI YAZDI!
Şimdi, “12 yıl öncesini” orada bırakıp, bugüne gelelim... Ve görelim, nasıl bir “oyun” oynanmış?..
Ve de, nasıl bir “tezgâh” kurulmuş?..
Efendim, önceki günkü Taraf gazetesinde; 12 yıl önce “ifadesine eklemeler” yapılan Şemdin Sakık’la ilgili bir haber vardı... Şemdin Sakık, söz konusu “andıç metni”nin kendisine “iyi çocuklar” tarafından, yani Şemdinli sanıkları Ali Kaya ve Özcan İldeniz tarafından getirildiğini ve “imzalaması” için “tehditler” yapıldığını söylemiş...
Nerede mi söylemiş?..
Yazdığı kitapta...
Şemdin Sakık, o dönemde kendisine “dayatılan” isimleri ve “yaşadığı bunalımları”, piyasaya yeni çıkan “Şiddetin Sefaleti” isimli kitabında tek tek anlatmış...
13 Nisan 1998’de; başlarında Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’ın bulunduğu 5 kişilik bir ekip tarafından Kuzey Irak’ta yakalanıp Silopi’ye getirildiğini, 3 saat boyunca “dayak” yediğini, daha sonra Diyarbakır’a götürüldüğünü anlatan Şemdin Sakık, “andıçın perde arkası”nı da şöyle dile getiriyor:
“Beni Jandarma İstihbarat Merkezi’ne götürdüler, bir odaya bıraktılar. Her gün sabahtan akşama dek dosyaları karıştırıyor ve çözemedikleri noktaları soru olarak bana yöneltiyorlardı.
Hakkında bilgi istenen kişiler arasında Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand, Akın Birdal, Salim Ensarioğlu, Ahmet ve Mehmet Altan kardeşler de bulunuyordu.
Kısacası Türkiye’nin ne kadar önde gelen ismi varsa, hepsi soruldu. Bu kişilerin örgütle ne tür ilişki içinde oldukları, örgütten para alıp almadıkları, neden Şam ve Bekaa Kampı’na gittikleri ve her biri hakkında ne düşündüğümü sordular.
Daha doğrusu ülkenin ileri gelen bu gazeteci, yazar ve siyasetçilerinin örgüte yardımcı olduklarını, para karşılığında örgüt propagandası yaptıklarını itiraf etmemi istediler.
“BUNLARA HAİN” DİYECEKSİN
Açıklamaya, “bu şahsiyetleri...” diyerek başladım ki, “bunlar şahsiyet değil, bunlar birer hain, bu hainler diyeceksin...” telkiniyle konuşmamı kestiler. Yine de birine iftira atmama kararlılığımı korumaya çalıştım: “Bu şahsiyetlerin örgütle ilişki içinde olup olmadıklarını bilmiyorum. Örgüt saflarında olduğum süre içinde onlarla hiç karşılaşmadım. Onları katıldıkları tartışma programlarından ve gazete köşelerinden tanırım...” türünde bir şeyler söylediysem de, onları ikna edemedim.
Hiddetlendiler: “Eğer itirafta bulunmazsan ‘istediğinizi yapın’ deyip seni askerin eline vereceğiz, sana ne yapacaklarını tahmin edebiliyor musun; kimi ırzına geçer, kimi cop sokar...” tehdidinde bulundular. Gece boyunca süren sorgudan bir sonuç alınamayınca bana üç gün hücre cezası verdiler. Üç gün hücrede tutulduktan sonra tekrar eski yerime alındım. “
İki gün sonra, kamuoyunda “iyi çocuk” olarak bilinen personelin de aralarında olduğu birkaç kişi bulunduğum odaya geldiler, önüme birkaç kâğıt koyup imzalamamı istediler. “Bunlar nedir? Gözlerimi açamadığım için okuyamıyorum, okumadan imzalamak istemiyorum” deyince, “bunlar öyle önemli şeyler değil, ifadelerinden arta kalanlardır, tutanaklar arasında unutulmuş ifadelerindir” dediler. Gözlerim uzun süre bağlı kaldığı için ağrıyordu. Sadece koyu puntolarla yazılmış isimleri görebildim. Hepsi de sorguda isimleri geçen insanlardı. Belgeyi imzalamayı kabul etmedim.”
ÇEVİK BİR, ÖZÜR DİLEMELİ
Peki, Şemdin Sakık, “o belge”yi imzalamayınca konu kapanmış mı?.. Elbette hayır!..
“İfadeye eklenen”, ama baskılara rağmen “imzalattırılamayan” o belge, yazının başlarında da ifade ettiğimiz gibi; 25 Nisan 1998 tarihli Hürriyet, Sabah ve Milliyet’te yayınlattırıldı!..
Evet, Şemdin Sakık’ın “olmayan” ifadeleri “manşet”lere çektirilip; Vakit’e, Milli Gazete’ye, Çandar ve Birand’a “alçakça suçlamalar” yapıldı!..
12 yıl sonra bugün ise;
İşte, “gerçek” ortaya çıktı.
Peki, şimdi ne olacak?..
Olması gereken şu: Şemdin Sakık “konuştuğuna” göre, Çevik Bir de konuşmalı ve eğer “vicdanı” varsa; Vakit’ten, Milli Gazete’den, Birand ve Çandar’dan, en azından bir “özür” dilemelidir!..
Tabiî, sadece Çevik Bir değil, Hürriyet ve Milliyet de özür dilemelidir!.. Tıpkı, Sabah’ın o zamanki sahibi Dinç Bilgin’in özür dilediği gibi!..
Ha sahi; Vakit, 12 yıl önce yani “o manşetler”in atıldığı günün bir gün sonrasında, kendisine atılan “iftira”lara cevap olarak “Şerefsizler” başlığını kullanmıştı!..
Demem o ki;
Ya “özür” dileyecekler, ya da “şerefsizler” başlığı orada kalmaya devam edecek!..
Tercihi kendilerine bırakıyoruz!..
Ya “özür”, ya “şerefsiz!”
==============
CHP, skandallara alışık!
CHP İzmir Milletvekili Ahmet Ersin’in Erzincan’daki Eriza Otel’te, Ergenekon’un gizli tanığı Munzur’la görüştüğünün ortaya çıkması, gündeme bomba gibi düştü.
“Görüntüler” de yayınlandığına göre; bu işin “kıvıracak” bir tarafı kalmadı... Yalnız, merak edilen şu: Ersin, oteldeki görüşmeye “siyah çanta” ile geldiğini kabul ettiğine göre; o çantada, iddia ettiği gibi, “pijama ve tıraş takımı” mı vardı, yoksa “80 bin TL” mi?..
Hadi, farzedelim ki; “pijama” vardı... Peki, içinde “pijama” olan o çantayı, pastane sahibi Erdal Erdoğan niye alıp götürdü?.. Ne yani, evde pijaması yoktu da, “Ersin’in pijamaları”nı mı giyecekti?..
Ersin, Yener Dönmez’in sorusu üzerine; “Biz skandallara alışığız” deyip, eklemiş: “Bu bir Alevi dayanışması değildir!”
Merak ediyorum, “skandallara alışık” olmaları Mustafa Kul’dan mı sirayet etti, ondan mı “el” aldılar?..
Öyle ya; Mustafa Kul da; Başbağlar’ı yakıp yıkan ve “33 kişiyi hunharca öldüren Ovacık köyü Alevileri”ni kurtarmak için yoğun çaba harcamış, onların “sırra kadem basmalarını” sağlamıştı!..
CHP’liler, gerçekten de “skandal”lara alışık...
Hem de, taa 1993’ten, ve de Mustafa Kul’dan bu yana!..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Karakaya Arşivi