Tanrım bize ötekilerin acılarını anlama gücü ver

Tanrım bize ötekilerin acılarını anlama gücü ver

Hayatımda hiç başsavcı görmedim. Hayatımda hiç anayasa mahkemesi üyesi de görmedim. Onları görmediğim, birlikte oturmadığım için nasıl insanlar olabilecekleri hakkında en küçük bir fikrim de yok. Yemeklerini nasıl yerler bilmiyorum mesela. Sevdikleri bir kadının gözlerinin içine nasıl bakarlar yada çocuklarına bisiklete binmeyi öğretirken yaşadıkları o tatlı telaş nasıldır bilmiyorum.

Bir başsavcı, bir anayasa mahkemesi üyesi, bir yargıtay üyesi; zamansız bitmiş kırık bir aşkın, elde kalan son hatıralarıyla baş etmeye çalışan, gözyaşlarını kendisinden, kitaplarından saklayıp da, sadece yorganına bulaştırıp duran kızlarına nasıl teselli verir acaba? Hiçbir fikrim yok. Yolda yürürken karşılaştıkları eski bir dostla birbirlerini tanıyabilmek için uzun ve dikkatli baktıklarında ilk içlerinden geçen tepki nasıl olur, onu da bilmiyorum.

O yüzden yaşanan kimi siyasi olayların nasıl sonuçlanabileceği hakkında hiçbir fikrim yok. Hayatın aktığı sokaklara ilişkin bir renk, koku yok ortalıkta. Sanki hiç yaşamamış büyük adamların, siyasilerin, bürokratların kalın yasa kitaplarında dolaşırken ellerine geçen cümlelerin, soğuk, kıpırtısız, kaskatı yüzleri var. Soranlara bundan sonra ne olacağını bilmediğimi söylüyorum.

Geçenlerde Başbakan'ın bir açıklamasını duyunca heyecanlandım. Uzun zamandır ilk kez bir siyasinin sözlerinden heyecan duydum doğrusu. İspanya'da düzenlenen bir toplantıda kendisine yöneltilen bir soru üzerine: "Kürt kökenli vatandaşlarımıza azınlık olur musunuz diye sorarsanız sizi tekme tokat kapı dışarı atarlar" cevabını vermiş. İyi de etmiş. çok hoşuma gitti. Kelimeler içinden geldiği gibi çırılçıplak söylenmiş. Hiçbir elbise giydirilmeden, hesap kitap yapmadan, süslemeye, karşısındakine beğendirmeye çalışılmadan söylenmiş kelimeler.

Geleceğimiz, gücümüz sadece ve sadece içtenliğimizdedir. Kürtler ve Türkler Batılı söylemlerle, buz gibi sosyolojik kavramlarla konuşmaya başlarlarsa tespihin ipi kopar. Bu kelimelerde bize soluk verecek, nefes olacak bir hava yok. Batı'nın sosyal hayatın tüm sıcaklığını yitirdiği bir yüzyılda, bir arada yaşamaya bir parça imkan tanıyacak yasal süreçler, sosyolojik zeminler için başvurdukları kavramlarla konuşamayız. "Memleket" kadar, "ana" kadar sıcak kelimelere başımızı yaslayıp, bu sert rüzgarın bir an önce dinmesini bekleyelim.

Bir Kürt türküsüne, bir Laz fıkrasına, bir Ermeni ezgisine, bir Arap masalına, koca gövdeli bir "vatan" ağacına yaslanıp nefeslenelim. Yeter ki içtenliğimize konuşmayı bırakmayalım. Asker arkadaşlarının, yatılı okul öğrencilerinin uzun gecelerde ranzalarında birbirleriyle konuştukları kadar çıplak ve içten. "Azınlık dersen önce onlar tekme tokat kovar." Aynen böyle!

"ötekilerin acıları bize, izah edilebilir yada aşılması mümkün görünür: Yeteri kadar irade, cesaret yada zihin açıklıkları olmadığı için acı çektiklerine inanırız. Kendimizinki hariç her acı bize, meşru ya da gülünçlük derecesinde anlaşılır görünür" diyor Emil Cioran. Hava kapalı ama güneşin kapkaranlık bulutlarını yırtabilmek için canhıraş uğraşısının uğultuları geliyor kulağıma. Birazdan bu uğursuz karaltı terk edecek şehrimizi. O zaman yeni açmış bir çiçeğin zarif yapraklarının sevgilinin parmaklarına nasıl benzediğini fark edeceğiz. Tanrım! Her birimize ötekilerin de acılarının ne kadar sahici ve sert, keskin, amansız olduğunu hissetme gücü ver.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi