Liberallerin iki yanlışı

Liberallerin iki yanlışı

Laiklik ve irtica tartışmalarında liberallerin sık sık kullandıkları iki kalıp var. Bunlardan biri, “cami-kışla kavgası” ifadesi; diğeri, 1930’lu yılları “Kemalistlerin asr-ı saadeti” olarak nitelemeleri. Ve ikisi de tamamen yanlış.

“İrtica ile mücadele” iddiasıyla Genelkurmay adına sergilenip dini ve dindarları inciten bazı tavırların, ordunun şahs-ı manevîsine mal edilerek “cami-kışla çatışması” şeklinde yorumlanması hiçbir şekilde kabul ve tasvip edilemez.

Tarih boyunca olduğu gibi, bugün de cami ve kışla barışık ve kucaklaşmış durumda. Aksini düşündüren, kışla çıkışlı talihsiz “cami yakma” itirafları gibi örnekler ise münferit ve muvakkat.

Birçok kışlada mescitlerin, hattâ minareli camilerin varlığı, bunun canlı ispatı. Ve kışladakilerin en önemli görevlerinden biri, camileri de, temsil ettikleri tüm değerlerle birlikte korumak.

“Kemalistlerin asr-ı saadeti” bahsine gelince:

Bu söylemle Kemalistlerin ütopyacılığı eleştirilirken aynı zamanda her fırsatta Asr-ı Saadeti hatırlatıp öven Müslümanlara da “kılçık” atılır.

Hayli zaman önce katıldığımız bir TV tartışma programında da konuşmacılardan biri aynı söylemi kullanınca itiraz ettik. Asr-ı Saadetle 30’lu yıllar arasında hiçbir benzerlik kurulamayacağını; birinde, bir vahşet toplumuna insanî ve medenî değerleri kazandıran olumlu anlamda müthiş bir inkılâp yaşanırken, diğerinde bu değerleri çiğneyen icraatlar yapıldığını söyledik.

Bunun üzerine o konuşmacı, programa verilen arada “Üç halifenin suikastla öldürüldüğü bir döneme nasıl asr-ı saadet denir?” diye sordu.

Geçen hafta ayrı bir yazı konusu olması gerektiğini belirttiğimiz bu bahse kısaca girersek:

Öncelikle şu tesbiti yapmamız gerekiyor:

Peygamberimiz (a.s.m.), kız çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar vahşi ve ilkel bir kabile toplumuna geldi. Ve kuvvetin yerine hakkın, zulmün yerine adaletin, düşmanlığın yerine kardeşliğin, bozuk hasletlerin yerine güzel ahlâkın hakim olduğu yep yeni bir düzen getirdi.

Vahiyle gelen mesaj, samimiyetle kulak veren herkesi olumlu anlamda inanılmaz bir değişime uğrattı. Kalbinin katılığıyla şöhret bulmuş kişileri birer şefkat ve adalet abidesine dönüştürdü.

Medine’ye sığınan Mekkeli Muhacirlerle herşeylerini paylaşan Ensar’ın o müthiş insanlık örneğinin, tarihte bir başka benzeri yaşandı mı?

Fert fert herkesi ve onlarla birlikte bütün bir toplumu içeriden, derunî, gönüllü bir değişime uğratan Asr-ı Saadet inkılâbı, Arap yarımadasının insanî değer ve hasletlerden fersah fersah uzak olan kabile mensuplarını, kısa zamanda diğer coğrafyalardaki insanlara da rehberlik ve üstadlık yapacak bir ufuk ve “vizyon”a sahip kıldı.

Bu muazzam inkılâp ve dönüşüm neticesinde doğan Kur’ân medeniyetinin, günümüz Batı medeniyetine temel oluşturduğu, en muhalif müsteşriklerce dahi tesbit ve ikrar edilen bir vâkıa.

Öyle ki, bazılarına “Bu nasıl saadet asrı?” diye sorduran halife suikastları bile, bu müthiş inkılâbı sekteye uğratamamış. O müessif olaylara rağmen İslâmın gönüller üzerindeki fütuhatı ve bunun hayatın tüm alanlarındaki olumlu akisleri, bütün coğrafyalarda hızlanarak devam etmiş.

O suikastlar, ilkel ve vahşi kabile toplumunun ürettiği sonuçlar. O dönemdeki savaşlar gibi.

Ama Asr-ı Saadet inkılâbıyla yaşanan ve cahiliye devrinin karanlığını dağıtıp Arap bedevilerini sahabelere dönüştürerek aydınlığa, saadete, huzura kavuşturan değişim, sosyal hayattaki tüm olumsuzlukları da bitirecek süreci başlattı.

Bu süreç, Hz. Âdem’den (a.s.) beri süregelen iman-küfür, hak-bâtıl mücadelesiyle iç içe geçmiş halde iniş ve çıkışlarıyla hâlâ devam ediyor.

“Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziretül-Arab’ı gözlerine sokuyoruz” diyen Üstadın, “Haydi, yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar. O zatın (Peygamberimizin) o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birini acaba yapabilirler mi?” suali de hâlâ cevap bekliyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi