Hasan Karakaya

Hasan Karakaya

Tuna değil, 500 yıllık bir tarih aktı önümüzden!

Tuna değil, 500 yıllık bir tarih aktı önümüzden!

Hiç düşünmemiştim... Meselâ Dolmabahçe Sarayı’nın, Topkapı Sarayı’nın veya İstanbul Boğazı’nın kenarında çok bulundum, “çay” içtim, “yemek” yedim, “Boğaz’ın suları”na çok baktım ama; o sularda “Tuna Nehri’nden damlacıklar” bulunacağı, hiç aklıma gelmemişti... “Boğaz’ın suları”nda yüzen balıklara “olta” atan balıkçılar da düşünmemiştir herhalde, o balıkların kursaklarında “Tuna Nehri”nin suyundan damlacıklar” bulunacağını...
Sahi, sizler hiç düşündünüz mü; Almanya’nın Donaueschingen kasabasından çıkıp da, 2 bin 779 kilometre yol katettikten sonra Sulina Limanı’ndan Karadeniz’e dökülen Tuna Nehri’nin Boğaz’ın sularına karıştığını...
Almanya’dan Avusturya’ya, Slovakya’dan Macaristan’a, Hırvatistan’dan Sırbistan’a, Bulgaristan’dan Romanya’ya, Moldova’dan Ukrayna’ya kadar “toplam 10 ülke”nin topraklarını geçip Karadeniz’e dökülen Tuna Nehri civarında nice “savaş”lar olduğunu, nice “kan”lar döküldüğünü, nice “can”ların toprağa cansız düştüğünü ve bu topraklarda nice “medeniyet”lerin yeşerip, nicelerinin kuruyup yok olduğunu hiç düşündünüz mü?..
Dedim ya; ben, hiç düşünmemiştim...
Ta ki, “önceki gece”ye kadar!..
“TUNA NEHRİ AKSAM DİYOR”
Önceki gece, bir “belgesel”in galasına gittim.
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın desteğiyle, Mesut Uçakan’ın yönettiği “Tuna Nehri Aksam Diyor” adlı belgesel, önceki gece Cemal Reşit Rey’de izleyicisiyle buluştu ve büyük ilgi gördü... Tuna, artık “akmam” demiyor, “aksam” diyor!..
“1970’li yıllar”dan beri tanıdığım Mesut Uçakan, yine “kendine yakışan” bir yapıma imza atmış... Bugüne kadar, “çizgi”sinden hiç taviz vermeyen, hep “inancı istikametinde” film ve diziler yapan Mesut Uçakan, bugüne kadar “sonsuzluk” peşinde koştu...
Film şirketinin adı bile “Sonsuz Kare”
Filmlerinden ikisi;
“Kelebekler Sonsuza Uçar”
“Sonsuza Yürümek.”
Böyle bir adam, Mesut Uçakan!..
Biraz sivri dilli, biraz lâfını esirgemez!.. Ama aynı zamanda, bir “gönül” adamı!.. Önceki gece de dediği gibi; “mide” veya “kafa” tatmin edilse bile, “gönül”lere “sevgi” yerleştirilemediği sürece “başarılı” olunamayacağına inanıyor...
“Hayata bakışı”nı bu prensipler üzerine oturtan Mesut Uçakan, önceki gün Tuna Nehri’ne bırakılan bir “karanfil”in yolculuğunda, bizlere “tarih yolculuğu” yaptırdı... Hem de, “yüzlerce yıllık” bir yolculuk...
Kısaca ifade etmek gerekirse;
Avrupa’nın içlerinden çıkan ve Balkanları aşıp Karadeniz’e dökülen Tuna Nehri ile birlikte, “tarihin tünelleri”nden geçip, yüzlerce yıllık yolculuğun şiir tadında bir serüvenini izledik önceki gece...
Tuna çevresinde yer alan şehirler ve bu şehirlerde Osmanlı’nın bıraktığı “ayak izleri”ni, Dersaadet’e, yani İstanbul’a uzanan “hasret”in öyküsünü dinledik...
Hani, şair Yahya Kemal Beyatlı;
“Ak tolgalı beylerbeyi, haykırdı;
İlerle!..
Bir yaz günü geçtik, Tuna’dan,
Kafilelerle!”
Diyor ya... Hani Orhan Seyfi Şirin;
“Sorma buralarda ne işimiz var,
Tuna boylarında Aliş’imiz var.”
Diye sesleniyor ya; Mesut Uçakan’ın yönettiği “belgesel”de, işte o “şiir”leri, işte o “türkü”leri dinledik!..
BİR HASRETİN SERÜVENİ
Mesut Uçakan, Tuna Nehri’ni bir “gelin” olarak sembolize etmiş... Osmanlı’nın yönetim merkezi Dersaadet’i de, “yağız bir delikanlı” hüviyetinde göstermiş!..
Gelinin elinde “kırmızı bir karanfil”... Akıyor da, akıyor... Yüzlerce yıllık bir yolculuktan sonra, Boğaz kenarında, elinde “beyaz karanfil” bulunan “yağız delikanlı”nın önüne kadar geliyor...
Zaten, “serüven” de, genç kızın Dersaadet’e olan “hasret mektubu” ile başlıyor... Genç kız, daha sonra “karanfil” olup, “Tuna” olup, akmaya başlıyor...
Ve, seyirciler de;
“Tuna” ile birlikte “tarih”in içinden akıp, Dersaadet’e doğru yol alıyor...
“Duygusal” ve “romantik” bir anlatım tarzı...
Tuna ve Dersaadet’in birbirlerine olan tutkusu, birbirlerine olan aşkı, birbirlerine olan hasreti, ancak bu kadar güzel anlatılabilir...
Tuna’nın bağrında “medeniyet” var... Tuna’nın gönlünde Osmanlı var...
Öyle ya; o topraklarda 500 yıla yakın hükümran olan Osmanlı; gittiği her şehri kalkındırmış, oralarda “su yolları, ibadet yerleri, medreseler, hanlar, hamamlar ve tekkeler” inşa etmiş!..
Peki, ne olmuş bu “eser”ler?..
Haçlı ruhu;
Osmanlı’nın “ayak izleri”ni silmek için öyle “cinayet”ler işlemiş, öyle “katliam”lar yapmış ki; ne eser kalmış, ne iz!..
Yerlerinde yeller esiyor!..
Hepsini yakmışlar, yıkmışlar...
Ayakta kalabilen “cami”ler ise, birer “kilise”ye çevrilmiş!.. “Kale”lerin bulunduğu tepelere “katedral”ler inşa edilmiş!..
İşte buna “cinayet” denir!..
Bunun adı, “tarih katliamı”dır!..
ECDAD YADİGÂRLARI NE DURUMDA?
“Estergon Kalası subaşı hisar
Baykuşlar çağrışır, bülbüller susar
Kâfir bayrağını burcuna asar
Akma Tuna akma, ben bir dertliyim.
Yar peşinde koşan kara bahtlıyım.”
Bir kalenin düşman eline geçmesini, en dramatik şekilde anlatır bu dizeler. Koca Estergon, bütün ihtişamıyla, canlanır gözümüzün önünde. Yaban ellerde olduğunu unutur, yanı başımızdaymış gibi hissederiz...
Oysa Estergon Kalesi, Budapeşte sırtlarından bakıyor Tuna’ya, hatta hemen karşısındaki Slovenya’ya. Yanı başına inşa edilen Macaristan’ın en büyük kilisesi Matthias’a inat, süzüyor nehri.
Peki Estergon Kalesi’nin bugün ne durumda olduğunu hiç merak ettiniz mi?
Ya da Macaristan, Sırbistan, Bulgaristan, Romanya ve Ukrayna’daki diğer “ecdad yadigârları”nı?..
Galiba bu soru, cevabını aramaya başladı. Bizler sınırları aşamasak da birileri onları “beyaz perde”ye ve evlerimizin baş köşesine kadar getirmeye kararlı.
Mesut Uçakan, bu konuda kararlı... 4-5 ayda böyle bir “belgesel” yapabildiğine, son 3-4 gecedir “uykusuz geceler” geçirmesine rağmen, yine de ayakta durabildiğine göre, inanıyorum ki; “dünü, bugüne taşıma”da ve “ecdad”ımızı “yeni nesiller”e intikal ettirmede, üzerine düşeni yapmaktan kaçınmayacaktır...
Yeter ki “imkân” verilsin,
Yeter ki “fırsat” verilsin!..
Yeter ki, “tam fırsatı” dediğimizde, devreye “fırsatçılar” girmesin!..
Mesut Uçakan;
“Tuna Nehri Aksam Diyor” belgeseliyle, “bu işin nasıl yapılması gerektiğini” de çok güzel göstermiş!..
Bir zamanlar Kanuni Sultan Süleyman ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın kapılarına dayandığı Viyana’dan geçerek Osmanlı’nın en büyük destanlarından birinin yazılmış olduğu Budapeşte, Belgrad, Bükreş, Vidin, Plevne, Silistre ve Köstence’ye kadar pek çok Tuna şehrinde yaşananlar; meselâ Viyana Kuşatması, mesela Gazi Osman Paşa’nın direnişi ve daha nice tarihi olay...
FETİH, BİR GÖNÜL HAREKETİ
Dedim ya;
“Şiir” tadında bir anlatım...
Bu anlatımda; “oyuncu”ların, “metin danışmanları”nın, “müzik yapımcıları”nın ve “görüntü yönetmenleri”nin elbette büyük rolü var... Ama, Kurtlar Vadisi’ndeki “imam”ın, yani Emin Olcay’ın ses tonu, belgesele ayrı bir tat vermiş...
Mesut Uçakan; “mide” ve “kafa”dan önce “gönül” diyor ya; bu inancını “belgesel”ine de yansıtmış...
“Tuna Nehri’nin tarihsel süreci”ne bakıldığında önce Romalıların, sonra kuzey taraftan Attila ile pek çok kavim geldiğini, 11. yüzyılda Asya’dan Türk boylarından Kepenekler, Kıpçaklar, Komanlar ve Tatarlar’ın göç ettiğini, 13. yüzyılda ilk defa Anadolu Selçuklu Devleti’nden Sarı Saltuk’un Dobruca bölgesine ayak bastığını ve onu gönderenin de Hacı Bektaşı Veli olduğunu anlatıyor...
Fethedilen yerlerin, öncelikle komşu ilişkileriyle “gönülleri fethettiğine” işaret eden Uçakan, daha sonraki hareketlerin Osmanlı’nın Batı’ya akışı şeklinde görüldüğünü, Süleyman Şah, 1. Murat Hüdavendigar, Yıldırım Beyazıt, Kanuni Sultan Süleyman, Fatih Sultan Mehmet gibi Türk hükümdarlarının Balkanları fethederken, gönül ve ruh hareketi yaptıklarını ve aldıklarından daha fazla verdiklerini söylüyor.
Ve, “belgesel”e getiriyor sözü:
“Tuna akarken, biz de tarihten akıyoruz. Almanya’dan çıktıktan sonra Viyana önlerinden geçiyoruz. Birinci Viyana, İkinci Viyana bozgunlarını yaşıyoruz... Tuna Nehri, Viyana önlerinden hüzünle geçerken daha sonra Macaristan’da Estergon’a geliyor. Estergon, Tuna’nın gelin olması dolayısıyla anlamlı bir yer.”
Uzun lâfın kısası;
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nı; Mesut Uçakan’a böyle bir imkân ve fırsat verdiği için tebrik ediyorum... Mesut Uçakan ve tüm ekibini de, bize yaşattıkları bu “tarih yolculuğu”ndan dolayı yürekten kutluyorum...
“500 yıllık tarih”i,
Bizlere “90 dakika”da anlattığınız için, hepinize teşekkürler...
İyi ki varsın Mesut...
Daha nice başarılara...

“Din” adına ne yaptınız?
Bakalım, daha neler çıkacak ortaya?.. Bakalım, “makyaj”lar, daha neleri örtmüş?..
Şu hâle bakın; hanımefendiler “Türkiye Diyanet Vakfı” bünyesinde çalışıyorlar ama, “din” adına hiçbir faaliyetleri olmamış!..
Madem “Türkiye Diyanet Vakfı” bünyesinde faaliyet yürütüyorsun, madem bu amaçla “maaş” alıyorsun; hiç olmazsa “kadın”lara bir şeyler öğret!..
Ne bileyim; “gusül abdesti almayı” öğret, “kadınlık halleri”nde ne yapmaları gerektiğini anlat!..
Ama, “kuaför”lere gidip “saç”larını ve “makyaj”larını yaptıran, daha sonra da kameraların önüne geçip “istifa”larını açıklayan hanımefendiler ne yapmış biliyor musunuz?..
“Dini faaliyet” yerine, meselâ “gitar dersi” vermişler, meselâ “bağlama” çalmayı ve “resim” yapmayı öğretmişler!..
Sizin anlayacağınız; “Din ve Diyanet dışında” her işi yapmışlar... Şimdi de kalkmışlar, “Ayşe Sucu’yu niye görevden aldınız?” diye tepki gösterip, “istifa” ediyorlar!..
Söyleyin Allah aşkına; “gitar” veya “bağlama” çalmayı, “resim” yapmayı öğretmek, Diyanet Vakfı’nın işi midir?.. Bu işleri, kim nerede isterse orada öğrenemez mi?..
Merak ediyorum; bu “gürültü”nün altından daha neler çıkacak?.. Bakalım, daha neleri “gürültü ile bastırmaya” çalışıyorlar?!?..
“Makyaj”lar akmaya başladı... Hele sabredin, gerisi gelir!..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Karakaya Arşivi