"Hangi Atatürk"ün yargıçları?

"Hangi Atatürk"ün yargıçları?

Yargı'nın ideolojisi olur mu? Olursa, yargı eninde sonunda bir ideolojinin basit bir aparatına dönüşmez mi? Hukuku değil, ideolojiyi yorumlayarak hüküm tesis eden bir yargıya güven olur mu? İdeolojiler savaşının bir tarafı haline gelmiş yargıdan adalet beklenir mi?

Hukuk mu, ideoloji mi? Türkiye hangisini tercih edecek?

Anayasa Mahkemesi Başkanı'nın 46. yıldönümü konuşmasının en kritik kısmı, "yargının tarafsızlığı" konusundaydı. Anayasa Mahkemesi Başkanı, aslında hukukun en temel esaslarına dair prensipleri hatırlatıyor ve "Yargı mutlak anlamda tarafsız olmak zorundadır" diyordu. Kavganın hukukla ideoloji arasında sürdüğünü, Onursal Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş'ın itirazı gösteriyor. Savaş, Haşim Kılıç'ın konuşmasında geçen tarafsızlık sözünü "düşünceler, kavramlar, idealler ortaya çıktığı zaman hakimin tarafsız kalması düşüncesi" olarak yorumluyor ve bu tarafsızlık "Türkiye Cumhuriyeti hakimi için geçerli değildir." hükmüne varıyor.

Bir tarafta Yüksek Yargı için temsil edici bir görüş: Vural Savaş, Anayasa Mahkemesi üyelerinin "Ben laik Cumhuriyet karşısında tarafsızım" diyemeyeceğini ileri sürüyor. Anayasa Mahkemesi Başkanı ise "Yargıç kendisine anayasa ve yasalarla verilmiş görevler dışında misyon üstlenemez." derken, Yargı'da azınlıkta kalan görüşü temsil ediyor. "İdeolojinin yargısı" ağır basıyor.

Vural Savaş'ın da, bugünkü Yargıtay Başsavcısı'nın da, Anayasa Mahkemesi üyelerinin de "Cumhuriyet'in temel niteliklerini koruma ve kollama misyonu"nu üstlenmeleri, bizi öyle dar ve karanlık bir dünyanın içine sokuyor ki, hukuk devleti imkânsız bir ütopyaya dönüşüyor. Bu karanlık dünya, ideolojilerin iktidar taleplerini meşrulaştırmak için giriştiği akıl almaz saçmalıklardan oluşuyor. Laiklik sadece, Türkiye Cumhuriyeti'nin temel niteliği değil, aynı zamanda evrensel hukukun vazgeçilmez bir prensibi. üstelik bu prensip, devlete veya rejimlere dokunulmazlık kazandırmak için değil, farklı dinî tercihleri bir arada yaşatmak, toplumsal barışı tesis etmek için var. Laikliği bir hukuk prensibi olarak uygularsanız, adaleti, kamu otoritesinin itibarını, barışı teminat altında tutmuş olursunuz. Karar verirken "Laik cumhuriyetten taraf" olursanız, önce laikliği (AK Parti iddianamesinde olduğu gibi) bir yaşam biçimine, bir felsefî inanca ve din düşmanlığına dönüştürür ve bir ideolojinin tarafı haline gelirsiniz. O zaman, o dar dünyanın içine toplumu sokmak için akla karayı seçersiniz.

Yargı'nın da Türkiye'nin de bugün karşı karşıya olduğu sorun, "Laik Cumhuriyet'ten taraf olmak" sorunu değil. Sorun, "Laik Cumhuriyet"in ne olduğuna dair herkesin zekâsına, kavrayışına, birikimine ve çıkarlarına dayanarak bir ideoloji üretmesi. "Hangi laik cumhuriyetten yanasınız?" sorusuna, yargıçlar bile farklı cevaplar verecektir. Tıpkı "Hangi Atatürk?" sorusuna verilen ve birbiriyle taban tabana zıt cevaplar gibi. İdeolojiler dünyasının değişmeyen bir prensibi vardır: İdeolojiniz ne kadar keskin ise amip gibi bölünerek çoğalırsınız.

İdeolojik tavır, taraf olmaktır. Taraf olmak körlük getirir. İdeolojik körlük ise kalitesizliği doğurur. AK Parti iddianamesini hukuktan önce sakatlayan şey bu kalitesizlik. Yüksek yargı, ilkel ve geri bir bilim anlayışını, üstelik laiklik adına bir felsefî inanç olarak savunurken, Türkiye her şeyden önce bir entelektüel düzey sorunu yaşıyor. İdeolojik körlük denilen şey de, bu düzeysizliğin en başta gelen sorumlusu.

Adalet dağıtan bir yargı sistemi, hukuk devleti ve laik bir devlet düzeninde, üstelik demokrasi içinde yaşayabilmek için, Vural Savaş'ın beyin kıvrımlarında gezen, ne olduğu konusunda yığınla itiraza gebe "laik cumhuriyet ideolojisi"nin tasallutundan kurtulmamız lâzım.

Türkiye, bir kapatma davasını tartışmıyor. Yargı'nın ideoloji ile hukuk arasında tercihte bulunacağı bir sınavdan geçiyor.


Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi