Abdullah Yıldız

Abdullah Yıldız

Nihâî galibiyet İslâm'ındır

Nihâî galibiyet İslâm'ındır

Mehmet Akif Ersoy, vefatının 71. yılı dolayısıyla bir kez daha anıldı. Resmi ideoloji onu “İstiklal Marşı şairi” kabul etse de gerek Safahat’ında gerekse Sebilü’r-Reşad gibi dergilerde dillendirdiği fikirleri sebebiyle dışladı, hatta unutulmaya terketti. Zaten, resmi ideolojiye ters düştüğü için, ömrünün son yıllarını uzun süre Mısır’da fakr u zaruret içinde geçirdi. (Umran-Genç öncüler dergisinin Taksim Metrosu’ndaki sergisinde gördüğüm; bir bank üzerinde oturmuş, düşüncelere dalmış, yırtık ayakkabılı Akif resmi yüreğimi burktu doğrusu.) İslâmî camia ise, gerek Afgani ve Abduh’a hayranlığı, gerekse kimi sıra dışı düşünceleri sebebiyle onu yeterince sahiplenemedi. Oysa üstad âkif, İstiklal Marşı veya çanakkale şiirine hapsedilemeyecek kadar geniş bir ufka, derin bir İslâmî birikime sahip hakiki bir mütefekkirdi. Sözünün eri adam gibi adamdı. Ona “Kur’ân şairi” demek daha yaraşır. Kur’ân’ı tefsîre başlamıştı. Keşke tamamlasa idi. Bilvesile ‘Allah rahmet eyleye’ diyor, ruhuna Fatihalar gönderiyoruz.
Bugün, âkif’in, Fetih sûresinin 28. âyetini tefsirini kısmen sadeleştirerek sizlerle paylaşıyorum:
“öyle bir hakîm-i ezelîdir ki: İslâm’ı bütün dinlere galip çıkarmak için, Peygamberini hem irşâd, hem o hak dini telkîn vazifesiyle göndermiştir; buna şâhid ise Allah kâfîdir.” (48/28)
Hak Din olan İslâm’ın -bilâistisna- bütün dinlere galip geleceğini; bir gün gelip yeryüzünde hakim-i mutlak kesileceğini; Allahu Zü’l-Celâl bize bu ayet-i celilede va’d ediyor. Hem yalnız va’d ile de kalmıyor: bu va’din kat’iyetine kendi Zât-ı Kibriyâ-penâhını işhad ediyor (şahid tutuyor).
Ne büyük va’d, ne mu’azzam te’yîd!
Müfessirîn-i kiramdan bazıları bu ayet-i kerimenin yalnız nüzûl zamanı ile nüzûl sebebine bakarak daha Mekke’nin fethiyle ilahî va’din tahakkuk etmiş olduğuna kani oluyorlarsa da bizim bu kanaate iştirakimiz ancak Hak Din’in galebesini, lâkin kat’î, kahir bir galebesini görmekle kabil olabilir.
Demek: va’d-i ilahî henüz tahakkuk etmemiştir; demek: İslâm’ın mazisinden çok daha parlak bir istikbâli olduğuna iman ederek ona göre çalışmak en mütehattim (en lüzumlu) bir vazifedir. Yoksa hem bir taraftan:
“Şüphesiz Allah sözünden caymaz.” (âl-i İmrân Suresi 3/9; Ra’d Suresi 13/31);
“Allah tehdidinden asla caymaz.” (Hac Suresi 22/47)
“(Bu) Allah’ın va’di. Allah va’dinden caymaz…” (Rûm Suresi 30/6)
âyetlerini dilden düşürmemek; hem diğer taraftan böyle en kat’î bir va’d-i ilahinin tahakkukundan me’yûs olmak küfrün, imansızlığın pek garip bir şekli olur!
Bir riyazî-i fatînin (zeki matematikçinin) dediği gibi “Bu din ya vâhid’dir(bir’dir) yahut sıfır’dır; kesir olmasının ihtimali yoktur.” Dinin vahid olduğuna iman edenler böyle ikide bir de Beni İsrail gibi:
“Yoksa sizler Kitabullah’ın bir kısmına karşı mü’min de bir kısmına karşı kâfir misiniz?” (Bakara Suresi 2/85) itabına (azarına, ilahi azabına) hedef olmamalıdırlar.
Ey cemaat-i müslimîn! Geliniz, ye’sin (umutsuzluğun), fütûrun (gevşekliğin), atâletin (tembelliğin) küfr-i mahz (küfrün ta kendisi) olduğunu kafalarımıza iyice yerleştirelim de Dîn-i İlâhî için mev’ûd olan istikbâl-i nûranûra (parlak geleceğe) doğru bir an evvel yürümenin çaresine bakalım.
Siz eliniz, kolunuz bağlı duruyorsunuz ama zaman durmuyor, süfeha-yı zaman (zamanın rezilleri, adileri) durmuyor. Aranızdaki rabıtayı (bağı) büsbütün kırarak sizi şîrâzesi kopmuş bir kitabın evrakı (yaprakları) gibi perişan etmek isteyenler bakınız nasıl çalışıyorlar, nasıl uğraşıyorlar!
Görmüyor musunuz, İslâm’a, şeâir-i İslâm’a (İslâm’ın kurallarına, alâmetlerine), namus-ı İslâm’a, ahlâk-ı İslâm’a edilen hücumlar ne müretteb (planlı) bir tarzda oluyor? Her biri başka yolda rezil bir emel besleyen yığın yığın esafil (aşağılıklar) kendi mülevves (kirli) ihtiraslarını tatmine mani’ gördükleri İslâm’ı yere sermek için bir araya geliyorlar, el ele veriyorlar da; her hisde, her fikirde, her emelde birleşilmesi, aynı gâye-i güzine (seçkin amaca) doğru bîperva (korkusuzca) yürümesi icap eden sizler nasıl oluyor da bu kadar habersiz, bu kadar hissiz davranabiliyorsunuz?
İmamu’l-Müslimîn, Halîfe-i Resûl-i Rabbü’l-âlemin Cenab-ı ömer (r.a.) “Zındıkın celâdet (yiğitlik), mü’min-i sıddîkın ise batâet (yavaşlık) göstermesinden Allah’a sığınırım.” dermiş. Biz ne diyelim bilmem ki! Zındık alabildiğine tecellüd gösteriyor; sıddîk ise son derece lâkayıt davranıyor!
“Lâ havle ve lâ quvvete illâ bi’llâh : Güç ve kudret sadece Allah iledir / Allah’a aittir.”
(Sebilü’r-Reşad, 15 Ağustos 1329 – 25 Ramazan 1331, c. 10, aded, 259, s. 397 (M.1913-1915) ; Doç.Dr.Abdulkerim Abdülkadiroğlu - Nuran Abdulkadiroğlu, Mehmed Akif’in Kur’an’ı Tefsiri, D.İ.B. Yay., Ankara-1992, s. 92-93’den naklen.)


Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Abdullah Yıldız Arşivi