Yargı, laikliği neden tanımlayamıyor?

Yargı, laikliği neden tanımlayamıyor?

Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker'in "adli yılı açış konuşması" genel hatları ile yol gösterici idi. Özellikle yargı reformu konusunda ısrarı ve yargı bağımsızlığı ile tarafsızlığı konusundaki vurguları mutlaka bir kenara not edilecek değerde.

Ancak konu, yüksek yargı temsilcilerinin her defasında özenle değindikleri laiklik bahsine gelince durum biraz karışıyor. Karışıklık aslında Yargıtay Birinci Başkanı Gerçeker'in laikliğe dair söylediklerinden kaynaklanmıyor. Artık kimsenin üstünü örtemeyeceği bir çarpıklık, giderek daha fazla göze batıyor. Bir tarafta rejimin bekçisi sıfatıyla konuşanlar "laikliği tanımlamaya kalkmak" diye bir suç ihdas ettiler. Öbür tarafta laikliği tarif etmek üzere söze başlayan devlet otoriteleri, farklı ve çoğu zaman birbiriyle çelişen laiklik tanımları yapıyorlar. Tanımlanmayı yasaklayanlar, bir tanım yapamıyorlar. Adeta tanımın karanlıkta kalmasından medet uman bir cehalet ısrarı var.

Gerçeker'in laiklik tanımı geri bir tanım, ama birçok karanlık tanımdan da ileride. "... din, kişilerin özel yaşamı kapsamında vicdanî bir inanç konusudur. Devlet tüm dinî inançlar konusunda tarafsızdır." Din ve vicdan özgürlüğü ile devletin dinler konusundaki nötr durumunu bir araya getiren bu tanım, mantıki sonuçlarına tutarlı bir şekilde götürülse pek fazla sorun çıkmayacak. Bu tanıma göre laikliği özel hayata tecavüz eden bir "yaşam biçimi" olarak dayatamazsınız. Din kişilerin özel hayatında özgürce var olduğuna göre, bireylerin laik olması mecburiyetinden bahsedemezsiniz. Gerçeker'in hukukun ve dinlerin dayandığı ahlâk konusunda giriştiği kısa tartışma bile, akla dayalı ahlâk sistemini sadece hukuk için zorunlu gördüğünden dolayı doğru. Öbür taraftan her din özünde bir ahlâk sistemi. Bir dine inanmak, bu ahlâk sistemine bağlanmak anlamına geliyor.

Gerçeker'in, 24. maddeye dayalı laiklik tanımı, Genelkurmay Başkanı'nın 28 Temmuz'da yaptığı konuşmaya üstü kapalı bir gönderme; bu maddeye dair yorumu da "inanca saygı"yı pekiştiriyor. Ancak Gerçeker'in tutarlılığı şu soru ile sona eriyor: "Laik devletin koyduğu kurallar dinî inançlar ile bağdaşmıyor ise ne olacaktır?" Soruya başka bir soru ile cevap vermek lâzım. "Bu sorunun cevabı laik hukuku ilgilendirir mi?" Laik hukuk, Gerçeker'in yaptığı gibi dinî hükümleri yorumlamaya girişirse geriye laiklik kalır mı? Çünkü bu sorunun cevabını vermeye girişen bir hukuk düzeni, dinin içeriğine müdahale etmiş olur. Hukukî sonuç, bir devlet dininin ortaya çıkmasıdır. Fiilî sonuç ise, dinin dışarıdan yapılan bu müdahaleye karşı savunma durumuna geçmesidir.

Bu karanlığın içinden sıyrılmak için bizim Sami Selçuk'un koyduğu çıtaya bakmamız lâzım. Şöyle diyor 2000 yılında yaptığı konuşmada Selçuk: "Çoğulculuk, düşünce ve inançlar karşısında devletin yansızlığını gerektirir. Devletin bu konuda ne dayatacağı resmi bir görüşü ne de bir dini vardır. Bunlar özgür yurttaşların özgür tercihlerine bırakılmıştır. Böylece çoğunluk, devletin yansızlığını, yansızlık da laikliği gerektirir. Devlet, düşünceler karşısında yansız olursa, düşünce özgürlüğü; dinler karşısında yansız olursa, laiklik sağlanmış olur. Laik devlet, hiçbir dine karşı değildir. Hiçbir dini kayırıp korumaz; belli bir iyiyi, yaşam biçimini hiç kimseye zorlamaz. Belli bir dünya görüşünü ve/ya da dini resmileştiren bir devlet, bunların dışındakileri önceden mahkum etmiş ve bir noktada bunlara karşı zor kullanması kaçınılmaz hale gelmiş olur. Böyle bir devlet totaliterdir, tekilcidir; eşitliği çiğnemek, yurttaşları sınıflara bölmek durumundadır. Oysa, demokratik devlette yurttaşlık bir öğretiye ya da dine bağlılığı gerektirmez. Bu yüzden, laik devlet, halka, özellikle gençliğe belli bir ideoloji aşılamaya (endoctrinement) kalkışamaz; bir devlet dini yaratamaz ve dinsizlik de aşılayamaz."

Laikliğin bir "yaşam biçimi" olduğunu öne sürenlerin, bireylerin laik olmasını zarurî görenlerin kafasındaki laiklik, bu ölçünün neresinde duruyor? Neden bu iddiada bulunanlar, "laik bireylerin yaşam biçimi"ni tanımlayamıyorlar?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi