M. Şevket Eygi

M. Şevket Eygi

Hadımköy Çatalca Seyahati

Hadımköy Çatalca Seyahati

GEÇEN Perşembe saat 9.30’da piknik yapmak, biraz yeşillik görmek, hava almak için yola çıktım. İstikamet Hadımköy idi. Oraya biraz çapraşık yollardan gittim. Korkunç ve iğrenç beton ormanları içinden geçtik. Betonlu bölgeler git git bitmiyor. Yeşillik havadar güzel sağlıklı yer kalmamış. Korular, parklar, havuzlar, yapay göller, nezih mesire yerleri yok. Her yere rantsal dönüşüm binaları yapılmış veya yapılıyor. Öyle uzun binalar inşa edilmiş ki, en üst katlarında oturmaya yürek ister. Kuşlarla aynı seviyede… Bu gibi yüksek yerlerde, sadece göç eden gümüşî yaban kazlarını seyretmek için birkaç saatliğine durabilirim. (Gümüşî yaban kazı denilince Nobel ödülü kazanmış Konrad Lorenz’i hatırlamamak mümkün değildir. Merak edenler lütfen internetten bilgilensinler, Lorenz’in “Medenî İnsanın Sekiz Ölümcül Günahı” adlı kitabını okusunlar.)
 
Kaç senedir gitmiyordum, Hadımköy’e giden yollar ne kadar değişmiş. Fabrikalar, mahalleler, siteler… Her yerde emlak büroları açılmış, biri saray büyüklüğündeydi. Tarla alınır, satılır… Parasını, servetini, sermayesini toprağa, betona, verimsiz mülke gömüp öldüren bir toplum.
 
Şehre girdik. Bir marketten biraz nevale aldık. Bir pidecide (ustası Sinoplu imiş) iki karışık harçlı pide yaptırdık. Karadeniz tarafına yollandık. Yirmi otuz sene önce oralara piknik yapmaya giderdim… Bazı askerî birlikler boşaltılmış. Rantçılar pusuda bekliyordur, oralara beton siteler yaparlar. 
 
Aaa, içinde çeşmesi olan ağaçlık piknik yeri çöplüğe dönmüş. Şehirden atılan köpekler kol geziyor. Oraya yaygı serip huzur içinde yemek yiyemeyiz. Geri döndük. Toprak bir yola girdik. Mezarlığa benzeyen bir yerin kenarında birkaç metrelik çimenlik çalılık bir yer bulduk. Örtümüzü serdik, pidemizi yedik. Açık hava insanı acıktırıyor. Açık sıfatının yanına temiz diyemiyorum. Çünkü kenarına oturduğum yolun karşısındaki tarlaya gübre dökmüşlerdi.
Buğday tarlaları yemyeşildi. Bazı tarlalara ektikleri bitkilerin sapsarı çiçekleri vardı. Ne ekmişlerdi acaba?
Kuşlar bile kaçıp gitmişlerdi. Zar zor barınan birkaç kuşun cıvıltısı gönlümü ferahlattı.
 
Çok az sayıda koyun ve büyük baş hayvan gördüm.
Bağlarda, bahçelerde çalışan insan görmedim.
En tâli yollarda bile lüks arabalar vardı.
 
Karnımızı doyurduktan sonra, münasip bir yerde çay demleyip içmek üzere yola çıktık. Çatalca yazan istikamette ilerledik.
Şehre yaklaştığımızda sağda solda hayli kahvaltı ve kebap tesisleri gördük. Müşteri çağıran levhaları vardı ama hiçbirinde fiyat listesi yoktu. Bendeniz fiyat listesi olmayan kır lokanta ve gözlemecilerinde bir şey yiyip içmiyorum. Devletin buralara fiyat levhası koydurtması gerekir.
 
Çatalca’ya girdik. Şehir otuz altı bin nüfuslu olmuş. Eskiden, haftalık Yeni İstiklal gazetesini yayınlarken bu ilçeye zaman zaman giderdim. Kumaşçılık yapan Ali bey isminde Müslüman bir dostum vardı, onun evinde kalırdım. Eski Çatalcada eski Türk evleri vardı. Bir tane bile kalmamış.
 
Öğle ezanı okunuyordu. Yeni yapılmış büyük bir camide namaz kıldık.
Gözlerim aradı ama sanat ve hatıra eşyası satan bir dükkan görmedim. Kocaman, canlı ve zengin bir ilçede yeterli miktarda sanat ve kültür faaliyeti olması gerekmez mi?
Bir mağazadan saksı içinde bir çiçek aldım. 
 
Şehre on beş kilometre mesafede merhum Nevzat Yalçıntaş’ın harika bir Türk evi var. Bence Çatalcada görülecek en enteresan yer orasıdır. 
Şehirde tarihî Ferhat paşa camii ve Osmanlıdan kalma birkaç eski bina, bakanların gözünü ve gönlünü ısıtıyor.
Çatalcayı terk ettik. Acaba çay demleyecek bir mekan bulabilecek miyiz?
Maalesef bulamadık.
 
Dönüşümüzde de dağlar, vadiler, ovalar, tepeler, inişler, çıkışlar hep canavar ve ruh hapishanesi zevksiz sanatsız beton binalarla doldurulmuştu.
Nihayet İstanbul’a girdik. Avcılardan geçerken hava alanlarında kalan eşyaları satan dükkana gittim. Sahibi dostumdur. Dört kitap, biri gümüş, iki adet kırmızı taşlı yüzük, Çin porseleni altı çay tabağı, küçük bir şişe Arap kokusu satın aldım. Avcılar öylesine kalabalık ki, sanki karınca yuvası.
 
Trakya’nın haline ne kadar üzülsem yeridir.
Sadece Trakya’nın arazisi Türkiye’nin bütününü doyurmaya, beslemeye yeter.
Bu topraklar Hollandalılarda, Danimarkalılarda, İsrail’de olsa…
Doğru dürüst ziraat, hayvancılık, arıcılık görmedim. Çok az sayıda sera vardı. 
Çinden gelmiş ıvır zıvır kitsch eşya satan mağazalar gördüm ama bir tek yerli malı sanat ve zanaat ürünü satan üreten dükkan ve atölye yoktu.
Düşünebiliyor musunuz, yapma çiçeklerimiz bile Çinden geliyor.
 
Fransa dünyanın nice ülkesine buğday ihraç ediyor ama biz ekmeklik buğdayımızı ithal ediyoruz.
Köylü vatandaş tarla satıyor, eline para geçiyor, onunla ne yapıyor? Lüks ev yaptırıyor, lüks mobilyalar alıyor, otomobil, ıvır zıvır eşya.
Tarla satan adam elde ettiği para ile gelir getiren bir iş yapmalı. Arıcılık, hayvancılık, mantarcılık…
 
Dünyanın beş zengin ülkesinden biri olan Japonya’da millî sanatlar çok ileri. Biz zenginleşince sanatı, kültürü terk ettik. 
Trakya’nın dinî durumu nasıl? Beş vakit namaz kılanların oranı yüzde kaça düşmüş? İslam ahlakı hakim mi? Cuma günü Ezan-ı Muhammedî okununca iş hayatı duruyor, dükkanlar ve işyerleri kapanıyor ve halk camilere gidiyor mu? Ramazanda açıkta yenip içiliyor mu? Kadın ve kızların kıyafetleri makul mü? İslam kültürü, islamî sanatlar, islamî hayat tarzı…
 
Dinî cemaatler, tarikatler, islamî gruplar ne gibi hizmetler ve faaliyetler yapıyor?
Gönül yorgunluğu içinde eve döndüm. Çay demlemekte kullanamadığımız tüp ve malzemeyi merdivenlerden yukarıya çıkarırken, öncekinden daha ağırlaşmış gibiydiler.

Önceki ve Sonraki Yazılar
M. Şevket Eygi Arşivi