Ahmet Can

Ahmet Can

Anlatmayı severler haybeden kaybedenler

Anlatmayı severler haybeden kaybedenler

Neydi o bilindik söz? ‘Her kazanç bir kayıptır.’ Bu doğrultudan hareketle her kayıp da bir kazanç gibi görünüyor. Bugün camlar buğulu… Dolayısıyla (gibi) diyorum. Her sarmadan bir dolma çıkmaz ise sorun da yoktur; önemli olan sarılma anında yanınızdaki kişilerin size yakınlığıdır.
İşte okumaya başladığınız bu ilk paragraf hepiniz için bir kayıptı. Zaman kaybı… Anlam kaybı… Peki bu kayıpla ne kazandınız? Halen okuduğunuza göre haksızlık etmeden söyleyelim; ‘her şeyin anlamı olmak zorunda değildir’ inceliğini.
Bir giriş:
Konumuz çilecilik ve kaybetmek olduğuna göre öğretilerle başlayalım.
Bilgelik öğretilerinden hatırlanacağı üzere çileciler özellikle kaybetmeyi nimet bildikleri için kazanmakla oyalanmazlar ve serüvenin akışına bırakırlar kendilerini. Bu bir hayat serüvenidir ve nihayetinde bitecektir. O halde? Evet, o halde neden kasıyoruz bu kadar kendimizi diye bir soru gelir oturur muhabbetin tam ortasına.
Bizdeki tasavvuf anlayışında çilecilik tam anlamıyla kaybetme felsefesine yakın durmasa da nihayetinde zirvenin ‘hiçlik’te (kayıp ütopya) olduğunda hemfikirdir. Hiç olmadan hep olunamayacağını anlayan mürid, ardından hep olmanın da bir gaye olmadığını bulacaktır. O mertebede hepler ve hiçler birbirine geçecek, mürid kendinden kopacak, alemle tek vücud (vahdet-i vücud) olacaktır. Tekrar konuya dönersek tasavvufta mürid, sahte ‘kendi’ni kaybederek gerçek ‘kendi’ye ulaşır ve bu süre içerisinde hamlıktan kurtulur, pişer ve yanar. Burada hemen Ferîdüddîn-i Attâr’ın Kuş Dili’nden mum etrafındaki pervanelerin yanması bahsi hatırlanır.


Nihilist ise kendi hiçliğini bile hiçe saymanın şuursuzluğuyla kaybın ve kazancın da bir meyil olduğunu düşünüyor. Hiççi isen hiççi olmak da bir tarafta olmak gibime geliyor. Sonuçta bir yere, bir fikre meyil varsa umut da oluyor, düş te muhtevasında.
Geliş(e)meme:
Ne de olsa işimiz bir kompozisyonu müteşekkil hale getirmekti değil mi? Tamam öyleyse geliştirelim…
Çilecilik düşüncesi bir çok öğretinin tersine ‘ne yapmalıyım?’ yerine ‘ne yapmamalıyım?’ sorusunu merkez alır. Ne yapmamalıyım ki ‘herkes’ gibi mutlu, ‘herkes’ gibi hedonist olmayı unutayım? Toplum daha fazla kazanmak için kafa yorarken, çileci kaybetmek için kendini feda eder. Burada konfor kaybı, hayat standardının en alt düzeye indirilmesi, bilinçli açlık(oruç,perhiz), sevdiği alışkanlıkları terketmek gibi örnekleri sıralayabiliriz. Neticede bir ‘adanma’ söz konusudur. Çileci bilgiye rahatını, iyi yemeyi,iyi giyinmeyi,fazla konuşmayı kaybederek ulaşır ve bunu yaparken iradeyi disiplin altına alır. Foucault’un sözüyle disiplin insanın kendini cezalandırmasıdır ve çilecilik bu cezanın bütün kayıplarına katlanır. Çilecilik düşüncesinden haberdar olmadan kaybeden insanlar da vardır. Bu türde kişileri çilecilerden ayıran en belirgin özellik ‘yakınma’dır. Haybeden kaybedenler sürekli yakınırlar ve harbiden kaybedenlerden daha fazla hikayeleri vardır onların. Adı üstünde haybeden kaybetmiştirler kaybedilmesi kaçınılmaz olanı. Onlar için tüm kayıplar güzel bir senaryo olmuştur ve bu senaryonun karakter oyuncusu çenelerine vurmuştur. Anlatmayı sever haybeden kaybedenler. Harbiden kaybedenler ise çilecilere yakın bir paralelde at koşturur. Bu yüzden genelde Osmanlı gibi içerden göçerler. Haybeden kaybedenler konuşmaya şöyle girer:
-İnsanız ne yapalım? Yaşadıklarımız bize ibret olsun. Hayat bize ne çok şey öğretiyor. Dayanmalıyız, güçlü olmalıyız. Her şeyin sonu sayılmaz, fakat yıprandık.
Onlara toplum tarafından verilen tepki hep aynıdır:
-Yine de güçlüsün bak kendini bırakmıyorsun. Hayat seni yıkamaz. Güzel günler yakındır.
Harbiden kaybedenler ise sorulduğunda şöyle söyler:
-Neyin var?
-Hiçbir şeyim yok.
-Senin bir şeyin var. Yine söylemiyorsun.
-Bir önemi yok. Gerçekten… Yine de ilgilendiğin için sağol. (Burada ilgili gibi davranan dostunun tavrını sezerler. Cevap vermezler.)
-Ben senin en yakın arkadaşın değil miyim? Söyle hadi…
-Basit şeyler. (Dikkat edin, aşırı ısrara rağmen geçiştirmek istiyor.)
-Ufff! Sıktın gerçekten ya…
Der ve bırakır artık sormayı.
Çilecilerde ise birkaç değişik cevap şekli vardır. Genelleme yaptığımız gibi bir sonuç çıkabilir. Fakat biz toplumdaki insanlara biçilmiş roller içerisinde çoğunluğa göre bir resim çizmeye çalışıyoruz. Bu resimde elbette Prusya mavisi fazla kaçmış ya da mimoza sarısının hakkı verilmemiş olabilir. Dediğimiz gibi gayemiz resmi bitirmek olduktan sonra ortaya çıkacak görüntüdeki renk uyumsuzluğu tamamen kendi kusurumuzdur. Bunu biliyoruz ve bilmemiz hiçbir şeyi değiştirmiyor yazının ahengini bozmaktan başka…
Çileciler konuşmaya şöyle girer:
-Hamdım.
-Eee?
-Piştim.
-Eee?
-Yandım.
-Eee?
Çileci karşısındaki adama tepki vermez. Ya çeker gider, ya hiçbir şey söylemez, ya da ‘ya da’ diye bir olasılık bırakmaz bize.
Son-uç-ta:
Bütün bunların yanında; nasıl ki dişi ağrıyan bir hasta derdini karşısındaki doktora ne kadar anlatsa da ona tam olarak yaşadıklarını hissettiremez, aynı şekilde (insan acısını neden doktoruna hissettirmek ister, bu da başka bir konu) kaybetmeyi yazıyla anlatmak o doktorun haline benzer. Biz burada kaybetmeyi yazmaya kalkışarak aslında büyük bir hata ettik. Kaybetmenin büyüsünü kaybettik. Çünkü onu tanımladık. Oysa kaybetmek tanımlanamaz. Ve hatta tanımlanamaz sözü bile bir tanımlama değil midir? Yani kaybettik dostlar. Çocukluğumun bilgisayar oyunlarının çoğunda kaybederdim ve sonunda YOU LOSE yazardı. Yes this game is finish and I lose again. (Türkçesini kasıtlı olarak yazmadım bu da dil’deki kaybımıza bir nişan olsun)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Can Arşivi