Büyü bozuldu!

Büyü bozuldu!

Başbakan Erdoğan'ın Davos'a damgasını vuran protestosu, Türkiye'nin “arabuluculuk” rolünü sekteye uğratabilir mi?

Elbette hayır, tam aksine çözüme bir adım daha yaklaştırır.

Çözüm, ABD'nin, yavru İngiltere'nin, AB'nin, BM'nin 60 yıldır sorunu çözüyor-muş gibi yapmalarından ötürü gelmedi.

Altmış yıldır Filistinlileri de, dünyayı da oyalayıp durdular.

İlk defa sorunu çözmeye aday gerçek bir aktör, Türkiye elini taşın altına soktu.

Ne oldu?

İsrail Gazze'yi bir mezarlığa döndürdü, ne kadın tanıdı, ne de çocuk.

Çünkü İsrail çözüm istemiyor.


* * *
Sevgili okurlar size gerçek bir hikaye anlatacağım.

Beyaz Rusya'dan genç bir Musevi, 1934'te Filistin'e göçmüştü.

Ne dedesi, ne dedesinin dedesi, onun da dedesinin dedesinin görmediği topraklara ayak basmıştı.

Yafa'da ilk defa Arapları görüyorlardı.

Şöyle diyordu bu adam:

“Yafa'nın bir Arap kenti olduğunu ve Araplarla dolu olduğunu biliyorduk. Ama onlara ne bir ulus ne de bir halk gözüyle bakıyorduk. Araplardı işte, hepsi bu.”

Manzaradan o kadar etkilenmişti ki “ Bir bakıma ay'a ayak basmak gibi bir şeydi. Ay'da yaşayanlar olduğunu varsayarsak” diyordu.

Genç Musevi, İngiliz manda yönetiminin terörist örgütler listesine aldığı Hagana'nın üyesi olmuştu.

Ay'da yaşayanları ay'dan uzaklaştırmak için.

İsrail'in ünlü siyasetçilerinden biri olmuştu sonra..

Bakın 'Yahudiler'i nasıl tarif ediyor:

“Yahudiler ateş gibiydiler. Uzlaşmaya yanaşmazlardı. Hemen hemen tümü. Bir Yahudi özümsenebilirdi ama uzlaşma yapmaya zorlanamazdı. Bir uzlaşmayı kabul ettiği an Yahudi sayılmaktan çıkardı zaten.”

“Nobel Barış Ödülü” verilen bu sözlerin sahibi, Davos'ta İsrail'in Gazze katliamlarını savunuyordu.

İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'ten söz ettiğimi anlamışsınızdır.


* * *
Peki İsrail neden 'Arafat'la masaya oturmuştu?

Bakın Peres ne diyor:

“Ancak zayıf düşmüş ve yalnız kalmış bir Arafat, pazarlık masasına sürüklenebilirdi. Böyle bir Arafat, anlaşmaya varabilmek için gereken ödünleri verebilirdi.”

Peki Arafat'tan sonra ne olacaktı?

Onun da cevabını veriyordu Peres:

“Onun yerine geçebilecek Filistinliler var. Şimdilik, ikinci adam Ebu Mazen, bizimkilerin de güvenini kazanmış olan, pek ileri görüşlü biri.”

Peres bunları 1997'de yazar Robert Littell'e anlatıyordu.

Arafat anlaştı da ne oldu, hiçbir şey değişmedi.

Arafat gitti, Ebu Mazen geldi.

Ebu Mazen (Mahmut Abbas) İsrail'in güvenini kazanmıştı ama Filistinlilerin güvenini kaybetmişti.

1980'lerde İsrail'i ve Arafat'ı yerinden oynatan “İntifada'nın çocukları” büyüyünce “Hamas” olmuşlardı.

Hamas, Filistinlilerin temsil yetkisini seçimlerle elde etmişti.

Dolayısıyla İsrail, Hamas'ın, dolayısıyla Filistinlilerin güçsüzleştirilmesini ve katliamlarla iyice köşeye sıkışmasını bekleyeceklerdi.

Hamas'ın çocukları da büyüyünce bir başka El Fetih yahut bir başka Hamas olacaklardı.

Bu böyle sonsuza kadar gidecekti.

Çünkü Siyonistler, Filistinlilere kibrit kutusu kadar bir yer vermeye bile niyetli değiller.

Her şey bir aldatmaca.


* * *
Türkiye'nin elini taşın altına sokması perdeleri indirdi.

Filistinliler de İsrail'li Museviler de ilk defa sorunu uyutmaya değil çözmeye dönük gerçek bir bölgesel aktöre kavuştu.

Museviler Başbakan Erdoğan'ın Yahudi düşmanı olmadığını çok iyi biliyorlar.

Antisemitizm, “mış gibi” yapanların günah galerisinde sergilendi.

Dolayısıyla Erdoğan'ın Davos'taki çıkışı hem Musevilerin hem Filistinlilerin çıkarına.

Museviler sonsuza kadar böyle yaşayamaz, Filistinliler de.

O halde kimse çıkıp da “Türkiye'nin arabulucuğu akamete uğradı” diye konuşmasın.

Tam aksine arabuluculuk, 'ara-oyalayıcı' olmaktan çıktı.

Ete, kemiğe büründü.

Büyü bozuldu.


“Bir yalandı sanki günahı senin”

Meclis'te 367 oylamasından günler önceydi. Eskiden Ankara'nın en çok İstanbul'a dönüşü muhteşem sayılırdı. Oysa o günlerde Ankara'ya her yolu düşen İstanbul'a kan revan içinde dönüyordu. Ankara'nın puslu havasının etkisi altında kalıyorlardı. Ankara'da büyüyen laflar, İstanbul'da tebessümle karşılanarak geçiştirilirdi. Bilirdik ki Ankara'nın siyaset kulislerinde binbir türlü entrika dönerdi. Hatta işi entrika dedikoduları yaymak olan bezirganlar bile vardı.

Gazeteci bir arkadaşım (şimdi bir gazetenin genel yayın yönetmeni) işte o günlerde Ankara'dan döndüğünde panik içindeydi. “Apo, darbe olur mu” diye sordu. Güldüm, “Olmaz, olmaz merak etme, bu dedikodular tipik Ankara entrikalarıdır” dedim. Söylediklerimden ikna olup olmadığını bilmiyorum ama rahatladığı anlaşılıyordu. Gerçekten de öyle düşünüyordum. Türkiye darbe eşiğini çoktan geçmişti. Darbe heveslileri her zaman olur.

Ama entrikacılar işlerini iyi yapıyorlardı doğrusu. 367'yi yanlış bulan iki lider son anda Meclis'e girmekten vazgeçmişti. Ankara mahfillerini iyi bilen kurt politikacı Süleyman Demirel bile kündeye gelmişti. Partisinin grup kararına uymayarak Meclis'e giren Ümmet Kandoğan'ın anlattığına göre Demirel, Mehmet Ağar'ı arayarak uyarmış, Meclise girmeleri halinde işin kötüye gideceğini, ordunun yönetime el koyacağını söylemiş. Meclise girmezlerse Cumhurbaşkanının seçilemeyeceğini, böylece yeni fırsatların doğacağını eklemeyi de ihmal etmemiş. Bunları söyleyen Demirel olunca Ağar'a da inanmak düşmüş.

Sonuç, Ağar için hüsran oldu. Meclis'te Cumhurbaşkanı seçilemedi ama barajı aşması kuvvetle muhtemel Demokrat Parti genel seçimlerde tuzla buz oldu. Erkan Mumcu ise seçime bile girmedi. Darbenin hedefindeki AK Parti ise yüzde 47'ye dayandı. Entrikaların ceremesini Ağar ve Mumcu çekti, semeresini AK Parti topladı. Bir şarkı sözü müydü neydi, şöyleydi:

Bir rüyaydı hepsi bak uyandım bitti/Bir yalandı sanki günahı senin

Bir masaldı hepsi bir var bir yok gibi/Bir oyundu hepsi oynadık ve sonuna geldik


Aradaki fark..

Kaddafi'nin sözlerini yumuşak bir üslupla geçiştirdiği için Başbakan Erbakan hakkında demediklerini bırakmamışlardı.

En hafifinden, “Türkiye'nin onuru çiğnendi” demişlerdi.

“28 Şubat” sürecinin tetiklenmesinin gerekçelerinden biri olarak gösterilmişti bu olay.

Şimdi aynı adamlar Başbakan Erdoğan'a üçüncü sınıf bir devletin başbakanı muamelesi yapmaya kalkışan Şimon Peres'e ve toplantının edepsiz moderatörüne kükrediği için kükrüyorlar.

Bu İsrailPeres'liğin sebebi ne acaba?

Yani, Türkiye'nin onurunu Araplara karşı korursanız iyi bir şey yapmış oluyorsunuz..

İran'a karşı korursanız kahraman bile sayılırsınız..

Ama Şimon Peres karşısında Türkiye'nin onurunu korumaya gelince işin şekli değişiyor.

Durum Türkiye'nin yerine İsrail'in, Recep Tayyip Erdoğan'ın yerine Şimon Peres'in prestijini korumaya dönüşüyor.

O zaman da bize şunu söylemek düşüyor:

“Beyler, şu 'onur' sözcüğünün bir tanımını yapabilir misiniz, kafamız karıştı çünkü.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi