Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Çanakkale Zaferi’nden insan manzaraları

Çanakkale Zaferi’nden insan manzaraları

Dedelerimiz Çanakkale’de bir yandan yoklukla savaşıyorlardı, bir yandan düşmanla... Elde yeterli sayıda top mevcut olmadığı için yakın köylerden soba boruları toplanıyor, mevzilere yerleştiriliyor, altlarında çalı çırpı yakılarak uzaktan duman çıkartmaları sağlanıyor, böylece düşman gemilerinden, ateşlenmiş top gibi görünmeleri sağlanıyordu.
Mevcut toplar ise o kadar eski püsküydü ki, namlular birkaç atıştan sonra ısınıyor, Çanakkale Boğazı’nda harmanlanan İngiliz ve Fransız zırhlılarına mermi ulaştıramaz oluyordu... Mehmetçikler bu açığı yürekleriyle, sabırlarıyla, sebatlarıyla, sadakatleriyle ve imanlarıyla kapatıyorlardı.
Devletten, savaş şartlarında bile, verebildiği dışında bir şey istemiyor, bununla birlikte canları dâhil, verebildikleri her şeyi devlet ve millet uğruna veriyorlardı.
Şimdi o fedakârlık numunelerinden birkaç portre sunmak istiyorum.
*
Bir Mustafa Çavuş var ki, yaz-kış sırtından kaputunu çıkartmadan savaşıyor. Temmuz sıcağında bile onu sırtında kaputuyla gören Yüzbaşısı, Diyarıbekir’in köylüklerinden gelmiş Mustafa Çavuş’u bir gün yanına çağırıyor: “Yaz geldi artık oğlum” diyor, “çıkar artık şu kaputu sırtından. Koy bavuluna, kışın tekrar giyersin.”
“Yok Kumandanım” diye itiraz ediyor Mustafa, “İzninle böyle kalayım.”
“Kemiklerin eridi oğlum, sana baktıkça terliyorum, çıkar hadi kaputu!”
“Böyle iyi Kumandanım, bırak sırtımda kalsın.”
Yüzbaşı bu itiraz karşısında kızıyor: “Emrediyorum çıkar şu kaputu!” diye bağırıyor bu kez.
Mustafa Çavuş ürkek ürkek bakınıyor. Mümkün olduğu kadar Yüzbaşısına yaklaşıp durumu açıklıyor: “Emrin can baş üstüne de Kumandanım, bu kaputun içinde hiçbir şey yok ki, cıbıldağım!”
Yüzbaşı duygulanıyor. Gözleri nemleniyor. Göstermemek için başını başka tarafa çeviriyor.
Diyarıbekirli Mustafa, “Devletimde olsaydı verirdi” düşüncesiyle çamaşır ve elbise istememiş, bütün kış bir kaputa sarınıp savaşmıştır.
*
Mevzilerimizin ağır düşman bombardımanı altına alındığı günlerdir. Cepheden sürekli yaralı geliyor. En ağır ameliyatları derme çatma çadırlarda, bazen gaz lâmbası, bazen mum ışığında yapan doktorlar toplanıp bir karar veriyorlar: Uzun zaman alan ağır yaralıların ameliyatı ertelenecek, önce hafif yaralılar tedavi edilecektir. Böylece, hafif yaralıların bir an önce cepheye dönmeleri sağlanacaktır.
Bu karar çaresizliğin çaresidir ve yürek sızlatıcıdır, ne var ki bu işin başka bir yolu da yoktur.
Karardan sonra, doktorlardan biri yorgun argın ameliyat yaparken, arkasından oğlunun sesini duyuyor: “Babacığım.”
Doktor, aşırı yorgunluktan dolayı gaipten sesler duyduğunu düşünüp arkasına bakmıyor. Ama aynı sesi tekrar duyuyor: “Babacığım.”
Dönüp baktığında kanlar içinde sedyeye uzatılmış 18 yaşlarındaki oğlunu görüyor. Ağır yaralıdır. O kadar ki, barsaklarının bir kısmı sedyeye dökülmüştür. Gözleri yaşla doluyor. Yanına gidip saçlarını okşuyor: “Canım, oğlum.”
Gencecik oğlu ağır yaralıdır ve karar gereği ameliyat edilmeyecekler arasındadır. Babalığıyla meslek ahlâkı ve dürüstlüğü kıran kırana vuruşuyor doktorun yüreğinde. Kâh babalık duygusu ağır basıyor, kâh verilen karar.
Nihayet oğlunun üzerine eğiliyor. Alnına bir öpücük kondurduktan sonra, sedyeyi taşıyan askerlere dönüyor: “Onu lütfen ağır yaralıların arasına serin bir yere koyun.”
Hıçkırarak ağlıyor: Mesleki dürüstlüğü babalığına galip gelmiştir.
*
Çanakkale Zaferi’nin her anı bir destandır. Bu destanları yazanlardan biri de, Seddülbahir ve Conkbayır’ın büyük kahramanlarından Bombacı Mehmet Çavuş’tur. Bu yağız Anadolu delikanlısı, İngilizlerin siperlerimize fırlattığı el bombalarını korkusuzca havada yakalar ve hızla geldiği yere gönderirdi: “Alın bakalım malınızı gerisin geri, gidinin gâvurcukları!..” diye kahkahalar atarak...
Günlerden bir gün, İngilizler, yine el bombaları atmaya başladılar. Mehmet Çavuş’un bulunduğu mevzi de bundan nasibini aldı. Bombalar arka arkaya geliyor, ama Mehmet Çavuş hızlı hareketlerle onları yakalayıp karşı tarafa fırlatıyordu.
Birini karşı tarafa fırlatmakta bir an gecikti. Bomba müthiş bir gürültüyle Mehmet Çavuş’un elinde patladı. Eli bileğinden toptu. Sadece bir parça deri tutuyor, eli kolunun ucunda kanlı bir et parçası gibi sallanıyordu. Mehmet Çavuş çabucak şaşkınlıktan kurtuldu. Kolunun ucunda sallanan elini diğer eliyle çekti, kopardı, yere fırlattı. Gömleğini yırttı. Kolunu dirseğinin üstünden bağlayıp sıkarak kanamayı durdurdu ve İngilizlerin fırlattığı el bombalarını sol eliyle yakalayıp, gerisin geri İngiliz mevzilerine göndermeyi sürdürdü... Onu zorla hastaneye kaldırdılar. Hastanede çok sıkılıyordu. Ona kalsa tek eliyle dövüşebilir, İngiliz el bombalarını eskisi gibi yakalayabilirdi, ama izin vermiyorlardı bir türlü. Bir de yarası henüz kapanmamıştı.
Tabur Komutanı’na acıklı bir mektup yazdı. Bombacı Mehmet Çavuş, mektubunda şöyle diyordu: “Sağ elimi kaybettim, ama zararı yok, çok şükür sol elim sağlam. Onunla da pekalâ iş görebilirim. Beni müteessir eden şey yaramın henüz kapanmamış olması. Bu sebeple kıtama dönemiyorum. Hastaneden kurtularak harbe iştirak edemediğim için beni mazur görünüz ve lütfen affedeniz muhterem kumandanım.”
Dedem Şakir Kaptan dâhil, Çanakkale’ye gidenlerin çoğu geri dönmedi. 300 bine yakın şehit verdik. Ruhları şâd olsun.
NOT: 19 Mart Perşembe günü (bugün) saat 20.30’da, Rize/Çayeli’de, İsmail Hakkı Kahraman Kültür Merkezi’nde, 20 Mart Cuma günü (yarın) ise Pazar’da, Belediye Düğün Salonu’nda “Çanakkale Zaferi’nden Günümüze Yansımalar” konulu konferanslar vereceğim. Hepiniz davetlisiniz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi