Mü’min/Mü’mine Müslüman kimi, neden sev(e)mez?

Mü’min/Mü’mine Müslüman kimi, neden sev(e)mez?

Bugünkü yazımı büyük bir koşuşturma arasında yazmak durumundayım; dolayısıyla mutâddan biraz kısa düşecek; kusura bakmayın ve de hakkınızı helâl edin!
Son günlerde gündemimize düşen/düşürülen ikircikli mi ikircikli, dolayısıyla da alabildiğine istismâr edilmeye açık konulardan biri de “kim kimi ve neden sever/seviyor ya da sevmez/sevmiyor”!
Konuyu tetikleyen muhterem kardeşim Prof.Dr. Attila Yayla beyefendinin New York Times nâm gazetede yer alan “(memleketimizde) katı laikler dîndârlardan nefret eder” adlı tesbiti.
“Nefret”, “bir kimseye, bir şeye karşı duyulan çok olumsuz duygu” ve “tiksinme, tiksinti” olarak tarif ediliyor lûgâtta. Yani “birine karşı duyulan ve öç almak ereğini güden gizli düşmanlık” olarak tarif edilen “kin”le alâkası yok!
Gelgelelim, bu mes’ele üzerine kaleme alınan yazıların hemen hepsinde “nefret”in “kin” şeklinde yorumlandığı anlaşılıyor! önce bunu düzeltmek gerektiği kanaatindeyim.
Bir kimseye ya da bir şeye karşı -ki, buna bir dünya görüşü/hayat kavrayışı da dahildir- çok olumsuz duygu ve düşüncelere sahip olmak çok tabiîdir ve kınanacak, dahası korkulacak hiçbir yönü yoktur! Aynı şeyi “kin” için söylemek mümkün değildir!
Mahzûn ve de mazlûm memleketimizde “katı laikler” ile “dîndârlar” arasında hakîkaten karşılıklı “nefret” boyutunda bir ilişki gerçekten de yaşanıyor mu, doğrusu bilmiyorum. Bildiğim, her iki kesimin de birbirini pek sevmediğidir! Ya da başka bir deyişle, birbirine pek “sempati” ile yaklaşmadığıdır.
“Katı laik” kesim adına bir şey söylemem mümkün değil.
Ama Mü’min/Mü’mine Müslümanların “sevgi”leri hakkında konuşabilirim.
Mü’min/Mü’mine Müslümanların “sevgi”leri önce mubârek Kur’ân, sonra da sahîh Hadîs-i Şerîfler tarafından kayıt altına alınmış ve şarta bağlanmıştır. Dolayısıyla Mü’min/Mü’mine Müslümanlar, hemen her konuda olduğu gibi “sevgi” konusunda da hevâ ve heveslerine tâbi olamazlar!
Hadîs-i Şerîf doğrultusunda, bilumum Mü’min/Mü’mine Müslümanlar birbirlerini, kayıtsız şartsız sevmek durumundadırlar. Aksi hâlde tam mânâsıyla îmân etmiş sayılmazlar ve Cennet’i kazanamazlar – bu biiir!
Ama ikinci husus çok daha önemli:
Mubârek Mucâdele Sûresi’nin son âyet-i kerîmesinde âlemlerin Rabbi Yüce Allah, azze ve celle, şöyle buyurmaktadır: Bismillâhirrahmânirrahîm… Allah'a ve Ahiret Günü'ne [gerçekten] iman eden, ama [aynı zamanda] –babaları, oğulları, kardeşleri yahut [öteki] akrabaları bile olsa– Allah'a ve Rasûlüne karşı çıkanları seven bir toplum göremezsin.
Allah'ın kalplerine imanı nakşettiği ve ilhamı ile güçlendirdiği kimseler onlardır ve [zamanı gelince] onları içlerinde hep kalacakları, altlarında nehirler çağıldayan Cennetlere yerleştirecektir. Allah onlardan râzıdır ve onlar da O’ndan râzıdır. İşte onlar Allah'tan yana olanlardır: İşte onlar, Allah'tan yana olanlar, mutluluğa ulaşacaklardır! (58:22)
O hâlde Mü’min/Mü’mine Müslümanların kendilerini sevmediklerini, hatta kendilerinden “nefret” ettiklerini düşünen ve bundan dolayı rahatsızlık duyan bilumum “katı laikler”, Mü’min/Mü’mine Müslümanları suçlamadan evvel, “Allah'a ve Rasûlüne karşı çıkmak” ne demektir ve “Allah'a ve Rasûlüne karşı çıkanlar”dan olup olmadıklarını, şapkalarını önlerine alıp ciddî ciddî düşünmek durumundadırlar!
Bilvesîle 28 Şubat “şuurlanıp kendine gelme bayramı”mız kutlu olsun!
Müteyakkız olalım, hep müteyakkız kalalım!
‘Marksist’ler de, ‘kemalist/laik’ler
gibi, ‘cihad’dan sözetmeye başlarsa!.
Anayasa’nın 42. maddesini
adam gibi anlamak
Ne diyor yeni 42. madde?
“Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse yüksek öğrenim hakkını kullanmaktan mahrum edilemez. Bu hakkın kullanımının sınırları kanunla belirlenir.”
Şimdi de ilgili kanun maddesine bakalım.
2547 sayılı YöK yasasının 17. maddesi:
“Yürürlükteki Kanunlara aykırı olmamak kaydı ile; Yükseköğretim Kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir.”
Buna rağmen, “Yasakçı Rektörler” ne diyorlar?
“Anayasa, kanun bizi ilgilendirmez, biz yasak diyorsak yasaktır…”
Türkan Saylan da öyle diyor:
“Biz istemezsek hiçbir şey olmaz.”
Baykal da zaman zaman söylemez miydi: “Bu koltuklar bize Mustafa Kemal’den emanettir, hükümet kim olursa olsun, iktidar biziz.”
Adamlar belli ki köpeksiz köy bulmuşlar değneksiz geziyorlar…
Yine de anlamıyorlarsa anlatalım.
Ey yasakçı rektörler, artık başörtüsünü yasaklayıcı herhangi bir engel kalmadı. Rejimsel barikatlarınızı kaldırın da milletin okullarındaki tarihi zulüm sona ersin.
Malum tutucu çevreler hemen itirazı basacaklar:
“Efendim, eskiden de 17. madde yürürlükte idi, ama Anayasa Mahkemesi'nin bu maddeyi yorumlaması var, Danıştay’ın kararları var, onlar ne olacak?”
Onlar bir şey olmayacak, kural gereği yenisi çıkınca eskisinin hükmü kalmadı, doğru çöpe. Eskiler çöpe, yeniler vizyona…
Anlıyorum ki yine de bu kalın kafalılar anlamayacaklar, ya da anlamak istemeyecekler, o zaman heceleyerek söyleyelim:
B a ş ör t ü s ü y a s a ğ ı k a l k t ı…
Kandıralı sen de durrrr!..
Hukuk diliyle söyleyecek olursak 42. madde aynı zamanda bir af niteliğindedir. 5237 Sayılı yeni Türk Ceza Kanunu nasıl ki lehe getirdiği hükümler 10 bin kişinin cezaevlerinden salıvermesini sağlamışsa aynen öyle…
Sen şimdi kalk 163, 141, 142. maddelerinin davasını güt. Kardeşim, onlar yürüklükten kalktı. Böylece, 42. madde hem anayasanın yorumunu hem de Danıştay’ın yüksek öğrenimle ilgili kararlarını hükümsüz kıldı.
Kaldı ki, öğrenciyi okula almamak olayı da ayrı bir suç. Hem sen kimsin ki milletin okuluna milletin çocuklarını almıyorsun?
O okulun parasını pulunu baban mı verdi?
öğrenciyi okuldan uzaklaştırmanın yönetmeliği, yolu, yordamı olabilir, ama okula almama diye bir davranış Türk Ceza Kanunu’na göre bal gibi suçtur.
TCK 112. madde:
“Cebir ve tehdit kullanarak ya da hukuka aykırı başka bir davranışla;
Devletçe kurulan veya kamu makamlarının verdiği izne dayalı olarak yürütülen her türlü eğitim ve öğretim faaliyetlerine… Engel olunması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis…”
Kafalar, zihniyetler birkaç adet olabilir, hatta başörtüsüne karşı da olabilirsiniz ama, önünüzde dağlar gibi hukuk normları varken bunları yok saymak demek doğrudan devlete kafa kaldırmak demektir.
Kafanızı kaldırmayın…
O zaman iş başa düşüyor, İstanbul, İzmir, Bursa, Ankara ayağa kalkın.
Mağdur olan aileler; hukuk dışı bir davranışla okula alınmadığını ispat için iki şahitle birlikte mutlaka savcılığa suç duyurusunda bulunun. Hangi rektör okula almıyorsa, o rektörü savcılığa şikâyet edin. Hem savcılıklara öylesine şikâyet dilekçeleri yağdırın ki raflar, masalar dolsun taşsın…
Hakkınızı hukuk zemininde arayın, susmayın, durmayın…
Hani başörtüsü serbestleşince kızıl kıyamet kopacaktı ya, kopmadığını görünce kendileri kıyametleri koparıyorlar…
Ama diyeceksiniz ki, bu sorumsuzları kimler yargılayacak?
İşte orası gerçekten düşündürücü, hem de iç kanamalı.
Akşam sofralarda siyasi açıklamalar yapıp, sabahleyin milletin adalet kürsüsüne oturan kimi yanlılardan herhalde tarafsız bir yargılama beklemek beyhude olur…
Değilse, aha anayasa orada, kanun orada, YöK Başkanlığının yazılı emri orada.
Buna rağmen, altlarındaki koltukların gideceği korkusu ile bu ülkenin çocuklarını okullara almayanlara kanunlar bir şey yapamıyorsa, vay halimize.
Daha önceki yazımdaki teklifimi tekrarlayım: öylesi taraflı bir yargının kapısına kilit vurmak devlet için daha kârlı...
Hiç olmazsa, bu kadar masraf bu milletin diğer acil ihtiyaçlarına harcanır…
(*) Emekli Hakim


Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi