Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Allah’a misafir olmak

Allah’a misafir olmak

On günlük iznin sonrasında yazdığım ilk yazıda Hacc’ın duygusal boyutunu sizinle paylaşmak istiyorum. (Yarın da inşallah mantıksal boyutunu paylaşırız)…

Hacc’a gitmek üzere geldiğiniz havaalanında ihrama girmeyle birlikte öyle dizginsiz bir heyecan sarar ki insanı, kabınıza sığamaz olursunuz…
Ve ihramlı ilk namazınızı, o zamana kadar kıldıklarınıza benzemeyen bir teslimiyet ve kulluk aşkıyla kılarsınız… Müthiş bir tevekkül sarar dört yanınızı…
O zamana kadar önemsediğiniz dünyevi değerler boşalır yüreğinizden… Yerine safi ve derin bir iman dolar.
Belki ilk kez günahlarınızdan dolayı bu kadar pişman, artık günah işlememe konusunda bu kadar kararlı olarak tövbe edersiniz…
İşte o an “keşke”lerin yolunuzu kestiği andır…
“Keşke hiç günah işlemeseydim...”
“Keşke kimsenin kalbini kırmasaydım...”
“Keşke dünyaya bu kadar dalmasaydım...”
Keşke ve keşkeler… Uçağa binerken hâlâ “keşke”ler uçuşur beyninizde. Pişmanlıklarınız basamaklara dönüşüp dizlerinizin bağını çözer. Hayatınızın hem en berrak, hem en duru, hem en mutlu, hem de en “pişman” anlarını yaşadığınızı fark eder ve nefsinize basa basa uçağa binersiniz.
Hostesin Besmele ile başlayan anonsu, başka bir âleme gittiğinizin ilk işareti olarak beyninize kazınır. Kutsal yolculuğunuza biraz daha hazır olma adına bir kez daha tövbe edersiniz.
Havalanan uçak sizi sadece yaşadığınız beldeden değil, zamandan ve mekândan da koparır. Yükselirken duygularınız kontrolden çıkar. Gözlerinizde beliren iki damla yaşı saklama ihtiyacı içinde, başınızı elinizdeki derginin sayfalarına saklarsınız.
Bu yolculukta her türlü gösteri ve gösterişten uzak tutma bilinci içinde yüreğinize dönersiniz. Yüreğinizdeki derin fokurtuları ruhunuzda damıtıp içten bir Besmele de siz çekersiniz ve sizi maddi dünyanızdan alıp sonsuzluğa yükselten uçağa teslim olursunuz.
Yükseldikçe arınır, arındıkça yükselirsiniz.
“Tevekkeltü alellah” eşliğinde yükselen duygularınız, yürek çarpıntınızla bütünlenip sarmaş dolaş mâsivaya yol tutar.
Kafiledeki hocaların birbiri ardından yaptıkları konuşmalarla okudukları sûreler sizi kendinize getirir, ama bu kez de yeni benliğinizle eski benliğiniz arasındaki çelişkiye tıkanırsınız…
Değerlerin kısacık süre içinde bu kadar farklılaşmasını anlamlandırmaya çalışırken, Cidde Havaalanı’na inmek üzere uçağın alçalmaya başladığı anonsunu duyarsınız.
İlk tepkiniz, Kâbe kokusunun buralara kadar gelip gelmediğini merak etmek olur. Kâbe’nin cennet koktuğundan öylesine eminsiniz ki; cennet kokusunu hissetmemek ilk hayâl kırıklığınızı teşkil eder.
Aslında olmayacak bir arayışa girdiğinizin siz de farkındasınızdır; ancak bunu bir türlü kabullenmek istemezsiniz. Kâbe’de cenneti koklamakta o kadar ısrarlısınız ki; eski bir otobüsle Mekke’ye giderken, her kilometrede başınızı uzatıp geceyi koklamaya çalışırsınız.
Sabah namazı vaktinde nihayet Mekke... Ama aradığınız koku bu şehirde de yoktur. Hüzünlü bir hüsranla başbaşa kalırsınız. Sabah namazını Kâbe’de kılma arzunuz da gecikme sebebiyle hüsrana dönüşmüş, ancak bütün bu aksaklıklar, sadece Kâbe’ye karşı duyduğunuz derin hasreti kamçılamıştır.
Sabah namazı sonrasında yerleşirsiniz otelinize. Sıcağı sıcağına pencereye koşarsınız. Umudunuz Beytullah’dan küçücük bir kırıntı olsun görebilmektir. Oralarda asla olmaması gereken yüksek “otel”lerin ve “towers”lerin aralığından fark ettiğiniz tek minare, kalbinizi deli deli çarptırmaya yetmiştir. Hasretin vuslata dönüşeceği anın sabırsızlığı, içinizde delirmeye başlar. Kâbe’ye koşarsınız.
O ana kadar Kâbe’ye ilişkin olarak anlatılan tüm hikâyeler, Kâbe ile göz göze geldiğiniz an, belleğinizde susar. Duygu patlamalarının ortasında gözlem yapmaya bile fırsat bulamadan olduğunuz yere çakılırsınız.
Bu bir ilâhî ikramdır. Bu mazhariyet karşısında yüreğiniz kabarır. Gözlerinize akan yaşları zaptedemez olursunuz. Maddeniz mânâya, beyniniz ruhunuza kilitlenir; kala kalırsınız.
O yaşınıza kadar “durdum kıbleye” diyerek tekbir aldığınız kıbleniz işte karşınızdadır… Dokunma mesafesindedir… Dokunup yanmaktan korkar, temaşada kalırsınız.
Kalbiniz tutulur, ruhunuz maddi varlığınızdan çıkıp sizden önce tavafa başlar: “Lebbeyk Allahümme lebbeyk... Lebbeyke la şerikelek…”
Bu bir yükseliştir… Bu bir Hicret’tir… Bu en derin saadettir.
Daha önce hissetmediğiniz, ama imanınıza yabancı da bulmadığınız duygularla dolarsınız...
Kendinizi çözmeye çalıştıkça karmaşıklaşır, karmaşıklaştıkça yalnızlaşır, yalnızlaştıkça kalabalıklaşıp ayrı dillerden, ayrı yerlerden, ayrı milletlerden, ayrı renklerden insanlarla kaynaşarak aynı bilinç ekseninde kulluk miracına yükselirsiniz.
Tavafta Kâbe ile bütünleştiğinizi hissedersiniz…
Onunla ve kâinatla birlikte dönersiniz, dönersiniz, dönersiniz…
“Lebbeyk Allahümme lebbeyk… Lebbeyke la şerikelek...” diye diye dönersiniz.
Bu bir vuslat demidir...
Sağ mısınız, ölü müsünüz ayırt edemezsiniz artık. Çünkü zaten fark etmez!
Kefene benzer ihramlarının içinde yalınayak, başı açık onbinlerce insanın ortasında dönersiniz, yanarsınız, pişersiniz, arınırsınız.
Ve Kâbe’de yeniden dirilirsiniz.
Bir de tur şirketlerinin para ihtirasıyla sorumsuzluğu bu duygularınızı kirletmese...
Yarın da onlardan bahsedelim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi