Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Sen ve ben

Sen ve ben

Sen her fırsatta vurguladığın gibi bir vatanseversin...
Vatanın bütünlüğü uğruna, kişisel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasını, insanların fişlenmesini, “Kafes Plânı”, “İrtica ile Mücadele Eylem Plânı” gibi plânlar yapılmasını, Ergenekon gibi yer altı teşkilâtları kurulmasını, “Balyoz Harekâtı” gibi projeler üretilmesini, bazı gazetecilerden yararlanılıp bazılarının kaleminin kırılmasını, bürokratların “yandaş” ve “karşı” olarak kategorize edilmesini mantıklı, hattâ “makul” buluyorsun...
Ben de vatanımı çok severim...
Ama “vatan sevgisi”nin vatandaşı incitmemekle kaim olduğunu, “suçlu” ile “suçsuz”u ayırmak gerektiğini, suç işlememiş insanları “potansiyel suçlu” ilân etmenin hukukla ilgisi bulunmadığını, bütün vatana hukukun, adâletin hâkim olması halinde “huzur” bulunacağını düşünüyorum...
Sen ücret mukabili yaptığın işi “devlete hizmet” gibi gösterip bunun “bedel”i olarak aklına eseni söyleme imtiyazını kendinde görürken, ben, hayatımı kazandığım işe sadece “iş” gözüyle bakıyor, kimseye bunun bedelini ödetmeye çalışmıyorum.
Sen kendini her anlamda “imtiyazlı” sayarken, ben, “İmtiyazsız, sınıfsız” kitlenin parçası, yani 72 milyondan biri olmayı şeref sayıyorum.

Sen teröre karşısın...
Terörün üstesinden gelmek için, “kurunun yanında yaşın” yanmasına aldırmıyorsun...
Köylerin ve mezraların boşaltılmasına, bir sürü gariban fakirin çoluk çocuk sığınak yer aramasına, işsiz-güçsüz sersefil kalmasına aldırmıyorsun...
Hedefe kilitlendiğin için ayrıntıdaki can yakıcı noktaları göremiyorsun...
Oysa bunlar yarın “problem” olarak yeniden Türkiye’nin karşısına çıkacak ve Türkiye, şimdiki terörden beter bir bela ile uğraşmak zorunda kalacaktır.
Ben de teröre karşıyım...
Ama terör bahanesiyle “kurunun yanında yaşın” yanmasını istemiyorum...
Köylerin ve mezraların boşaltılmasına, bir sürü garibanın sığınacak yer arayışına çıkmasına, aç, bîilaç kalmasına razı olamıyorum...

Sen orduyu seviyorsun...
Sevdiğin ordunun yaptığı her şeyi “doğru” sayıyorsun, bazı yanlışlar, hatalar, kırıklar olabileceğini düşünmek bile istemiyorsun...
Darbeleri bile “mazeret”lere bağlayabiliyorsun...
Askeri araçların sivil yerleşim birimlerinden geçirilmesini “gerekli” sayabiliyorsun...
“Başörtüsüyle mücadele” etmesini “görev” gibi görüyorsun...
Ben de ordumu seviyorum...
Bütün devlet kurumları gibi ordunun da hesap vermesi, denetim altına girmesi halinde güçleneceğine, şeffaflaştığı ölçüde yeşereceğine inanıyorum...
Generallerin bu kadar sık konuşmasını gerekli bulmuyorum...
Hele bazılarının tehdide varan sözler sarfetmesini haklı görmüyorum...
Darbenin makul ve mantıklı bir izahını yapamıyorum...
Geceler çuvala girmediğine göre, askeri araçların güpegündüz sivil yerleşim bölgelerinden geçirilmesine bir anlam veremiyorum...
28 Şubat sürecinde, “demokrasiye balans ayarı yapma” meraklılarının Sincan’dan tanklar geçirmesi aklıma geliyor ve ürküyorum...
Her seferinde, “Yine mi?” demek zorunda kalıyorum...
Buna razı olamıyorum, çünkü kendi ordumdan artık korkmak istemiyorum!
Demokratik dünyada, “halk tedirgin oluyor” gerekçesiyle resmi elbiseli askerin şehirde dolaşması bile yasaklanmışken, aynı gerekçe ile polislerin silah bırakması tartışılırken, benim ordumun beni tedirgin etmesine alışamıyorum.
Alışmak da istemiyorum!
Dolayısıyla bunları eleştiriyorum. Bunları eleştirmenin “ordu düşmanlığı”yla bir ilgisi yok...
Tam tersine, hepsi “ordu sevgisi”yle ilgili...
Çünkü ordu ne kadar milletle bütünleşir, milletin değerlerini içsellerse, o kadar “Milletin ordusu” olur!
Millet tarafından o kadar sahiplenilir...
Ve tabii millet tarafından sahiplenildiği ölçüde güçlenir.

Sen “irtica”ya karşısın, ben de karşıyım...
Ama sen 1940’lı yıllara dönmek isterken, ben tüm geri gidişlerin karşısında duruyorum...
“İleri, daima ileri!..” tezini savunuyorum...
Bunun da özgürlükleri sınırlamakla değil, genişletmekle olacağına bütün kalbimle inanıyorum...
Yalnız sivil alanlara değil, askeri alanlara da hukukun hâkim olmasını, bu çerçevede kim olursa olsun herkesin adâlete hesap vermesini savunuyorum...
Kırk yıldır bunun mücadelesini veriyorum...
Sen ise benim “kalemimi kırmak” istiyorsun!
Bir tarafta “cebir”, bir tarafta “sükunet” var...
Biz nasıl anlaşacağız sahi?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi