Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Bir bu eksikti

Bir bu eksikti

Bu kez utanmadan, sıkılmadan Fatih’e de içki içirdiler... İçermiş... Şiirlerinde bunu görmek “olası” imiş...

Hadi oradan!


Divan şiiri “mecaz” ağırlıklıdır.


Mecazı bilmeyen tasavvufu bilmez, tasavvuftan anlamayan, divan şiirini kavrayamaz...


Tabiatıyla da şairi anlayamaz.


O Fatih ki;


“Bir şâha kulam kim kulu sultân-ı cihândır,


Mihr-i ruhu şems-i feleğe nûr-efşândır...”


Mısralarını yazan padişahtır.


Günahsız insan yoktur. Herhalde Fatih de günahsız değildir. Ancak onun gibi birine “sarhoşluk” gibi bir günah isnat etmek, sarhoşluktan daha büyük bir günah olsa gerektir!


“Malûmu ilân” olacak, ama sanırım halden anlamayanlara da bir ders vermek gerekiyor...


Mecaz, sözcükleri gerçek anlamları dışında kullanma sanatıdır. Batı dillerinde “metafor” olarak isimlendirilir.


Gerçeğinden daha fazla etkiye sahip olduğu için divan edebiyatımızda tercih edilen bir anlatım biçimidir.


Bunu anlamayanlar yeni zuhur etmedi, eskiden de varmış ki, canına “tak” eden Sadî-i Şîrâzî şöyle kükremiş:


“Ey ki goftî me-rev ender pey-i hûbân-ı zemâne,


Mâ kucâyîm der în bahr-i tefekkür tu kucâyî...


İn ne hâlest u zenahdân u ser-i zülf-i perişân;


Dil-i ehl-i nazar burd ki sırrîst hudâyî.”


(Ey [bize] zamâne güzellerinin peşinden gitme diyen kişi! Şu tefekkür denizinde biz neredeyiz, sen neredesin?.. Bu [anlattığımız], yüzdeki ben, çene, dağınık zülfün kıvrımı değildir. Mana ehlinin gönlünü alıp götüren, ilâhi sırlardır.)


Hâfız-ı Şirâzî de mecazı anlamayanlara şöyle diyor:


“Çü bişnevî suhen-i ehl-i dil me-gû ki hatâst,


Suhen-şinâs neyî cân-ı men hatâ încâst...”


(Gönül ehlinin sözlerini duyunca, ‘yanlış’ deme. Onların sözlerini anlayacak seviyede değilsin cancağızım, yanlış burada!)


Fuzûlî de aynı dertten yakınmış:


“Hûb-sûretlerden ey nâsih meni men’ etme kim,


Pertev-i envâr-ı hurşîd-i hakîkatdir mecâz...”


(Ey bize nasihat eden kişi! Bizi güzel yüzlülerden men etme. Zira mecaz, hakîkat güneşinin nurlarının ışığıdır.)


Şeyhülislâm Zekeriya Yahya Efendi’yi sanırım bilmeyeniniz yoktur.


16. Yüzyıl’ın son yarısı ile 17. Yüzyıl’ın ilk yarısında yaşıyan Yahya Efendi, Sultan I. Mustafa, Sultan IV. Murad ve Sultan I. İbrahim’e üç kez şeyhülislamlık yapmıştır. Dine bağlılığıyla şöhret bulmuş âlim ve fazıl bir kişidir.


Aynı zamanda divan edebiyatımızın ünlü bir şairidir. Şöyle diyor:


“Mescitte riyamişler etsin ko riyayı / Meyhaneye gel kim ne riya var ne mürai.”


(Bırak mescitte ikiyüzlüler devam etsin riyakârlığa / Sen meyhaneye gel ki orada ne riya var ne riyakâr).


Şimdi şu ifadelere bakıp koskoca Şeyhülislâm’ın Müslümanları meyhaneye çağırdığını mı söyleyeceksiniz?


Tabii ki hayır! Müslümanları, riyakârlıktan kurtulup kendi gönüllerine dönmeye dâvet ediyor.


Dolayısıyla Fatih’in benzer mısraları da aynıdır... Bunları lâdini (dindışı) bir mantıkla yorumlamak akla ziyan bir iştir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi