Bediüzzaman’da “Kardeşlik” düşüncesi
Geçenlerde Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın son kitabı “Çağın Vicdanı”nın (Nesil yayınları, 0212 551 32 25) tanıtım toplantısına katıldım.
Tarhan dostum, Psikiatrist gözüyle, Bediüzzaman öğretisinin kozmik alanlarına giriyor...
Üstad’ın hiperaktif kişiliği, öğrenme ve öğretme modeli, duygusal dünyası, bilimsel metodolojisi, toplumsal dönüşüm mantığı, dini yaşama ve yaşatma kararlılığının psikolojik dayanakları ve kişisel yönelimi gibi, şimdiye kadar hemen hemen irdelenmemiş alanlarda uzman kişiliğiyle geziniyor.
Diyebilirim ki, Bediüzzaman hakkında lehte yahut aleyhte, şimdiye kadar ezberletilmiş öngörüleri tekrarlayanlar için bu kitap yeni bir ufuk, taze bir başlangıç olabilir.
Bendeniz ise Bediüzzaman’ın “kardeşlik formülü” çerçevesinde söylediklerine takılıp kaldım. Çünkü hem millet olarak, hem de bölgenin en güçlü devleti olarak Bediüzzaman’ın bu düşüncelerine ihtiyacımız var.
Bediüzzaman’ın hayatına baktığımız zaman kimseyi kendisine “düşman” saymadığını, kimseye düşmanlık etmediğini gözlemleyebiliyoruz...
İncindi ama incitmedi, kırıldı, ama kırmadı... Farklı düşünüyor diye kimseyi hizmetten dışlamaya kalkışmadı.
Bediüzzaman’a göre asıl düşmanlar, “cehalet, zaruret ve ihtilaf”tı. Tümü bilgisizliğin çocuğuydu. Onlara karşı savaşmanın ve kazanmanın yolu eğitimden, çalışmaktan ve ittifaktan geçiyordu. Bunların kaynağı da Kur’an’dı.
Bediüzzaman inkâr-ı uluhiyet (Allah’ı inkar) fikrine karşı öyle bir uhuvvet çerçevesi çiziyor ki, değil kendilerini “Müslüman” olarak tanımlayan Aleviler, Hıristiyan ruhaniler bile çerçevenin dışında kalmıyor. Artık bu müsamahanın neresinde olduğumuzu tartışabiliriz.
Ama öncelikle bir zaafımıza dikkat çekmek istiyorum: Türkiye’mizde herkes kendi doğrusunu “tek ve mutlak doğru” sayıyor. Böyle saydığı için de, herkes, kendi kulvarında, yalnızca kendi doğrusuna koşuyor.
Herkesin kendi doğrusuna koşması elbette ki doğru: Fakat kendi doğrularını savunurken, başka değer, başka doğru, başka alternatif tanımamak doğru değil.
Bediüzzaman’ca bir ifade ile söylersek: “Benim mesleğim haktır ve doğrudur demeye hakkımız var, ancak yalnız benim mesleğim haktır, doğrudur demeye hakkımız yok.”
Hazin ki, Türkiye, Bediüzzaman Said Nursi’yi yıllar yılı yok saydı... O ve öğretisine gönül verenler yıllar yılı mahkemelerde dolaştırıldı, zindanlara atıldı... İnsandan insana zulmün her türlüsüne muhatap tutuldular. İşin en acı tarafı şu ki, kendilerini “Bediüzzaman düşmanı” ilân edenlerin hemen hemen hepsi yazdıklarından tek satır olsun okumamışlardı.
Ona hayalî bir misyon biçmişler ve o misyonuna düşmanlık etmişlerdi. O ise kendisine zulmedenlere bile hakkını helâl ettiğini söylüyordu.
Ona göre Müslüman Müslümanı “kardeşçe” sevmeli, farklı inanç sahiplerine ise “türdeş” olarak saygı duymalıydı. Bu derece tolerans sahibiydi.
Oysa kafalarımız, öteden beri ders kitaplarının empoze ettiği “iç düşman-dış düşman” sendromu ile dolu.
Bediüzzaman “düşmanlık” kavramına yeni bir boyut getiriyor: En tehlikeli “iç düşman” olarak “nefs-i emmare”yi görüyor. “Dış düşman”larımızı da şöyle sıralıyor: Cehalet, zaruret, (fakirlik) ve ihtilâf olarak belirliyor.
Diyor ki: “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilaftır; bu üç düşmana karşı san’at, marifet ve ittifak silahıyla cihad edeceğiz.”
Söyler misiniz lütfen: Bunları seksen küsür sene önce söylemek mi daha gerçekçi, ülke menfaatlerine daha uygun; yoksa, bugün bile, kendisi gibi inanmayanı, düşünmeyeni, giyinmeyeni, yaşamayanı yok etmeyi amaçlayan yeni düşmanlıklar icat etmek mi?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.