Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Ölüm yıldönümünde Fatih Sultan Mehmed

Ölüm yıldönümünde Fatih Sultan Mehmed

Merhaba sevgili dostlarım...

Fatih gibiler gerçi ölümsüzdür, ama geçtiğimiz Perşembe (3 Mayıs 2012), Fatih Sultan Mehmed’in fani hayattan ayrılışının 531. yıldönümüydü...

Rahmet ve minnetle andıktan sonra, hatırlatalım ki; onu ne diziler anlatabilir ne de filmler; onu bize ancak kendi yüreğinden kopup gelen mısralar anlatabilir.

Peygamber-i Âlişan müjdelisi Padişah, “Padişahlar Padişahı”na kulluğunu bir şiirinde şöyle açıklıyor:

“Bir Şah’a kul oldum ki, kulu Sultan-ı Cihândır,

Bir şâha kul oldum ki, cihân âna gedadır (muhtaçtır).”

Bu ifadeler müthiş bir feraset ve şuur göstergesidir. “Kul” kimliği içindeki “acz” vurgusudur. Filmlerde onu “gururlu” gösterenlere de bir tokattır! Aslına bakarsanız, kelimelerle o kadar oynandı ve Türkçe öyle kısırlaştırıldı ki; nesiller çoktan beri “gurur”la, “sürur”u (neşe-sevinç), “azamet”le (büyüklük) “izzet”i (kıymet) karıştırıyor.

Oysa Fatih, gencecik yaşında ulaştığı müjdeden kendine pay bile çıkarmamış, büyük fethi bir “ikram-ı İlâhî” olarak görmüş, müthiş bir olgunlukla ve kullukla karşılamıştır.

Doğu Roma’ya girişi, Efendimiz’in Mekke’ye girişi gibidir. Bu girişte tevazu ve mahviyet vardır. Kendisine “abd-i âciz” (âciz bendeniz) diyecek kadar olgun ruhundan beklenen de zaten budur. Peygamber müjdelisi Padişah’ın Peygamber’ini taklitte zaten kusur etmemesi beklenirdi: Bekleneni hakkıyla verdi.

Aşağıdaki mısralarında Fatih’in “kulluk” kimliği ve ruh portresi saklıdır:

“Hiç kimse yok kimsesiz,

Herkesin var bir kimsesi...

Ben bugün kimsesiz kaldım,

Ey kimsesizler kimsesi.”

“Gurur”, millî bünyemize Batı’dan gelen bir virüstür; zaman içinde tüm benliğimizi etkilemiş, bizi “biz” olmaktan çıkarıp kendi değerlerimizi bile küçümseyecek hale getirmiştir.

Oysa insan, değerlerini küçümsediği ölçüde değersizleşir!

Bunları Fatih’in doğum yıldönümünde konuşuruz. Ölüm yıldönümünde ölüm şeklini konuşmak daha doğru... Zira ölüm biçiminde tereddütler var: Öldü mü, öldürüldü mü?

Müverrih Tursun Bey’e göre; Fatih, muhtemelen bir doğu seferine çıkmak üzereydi (Tursun Bey, “Cihet-i sefer Anatoli olduği malüm olundi, ammâ Arab mı, Acem mi malüm olmadı” diye yazar)... Ordusuyla birlikte, ilk sefer durağı Maltepe’ye geçmiş, önceleri “Tekfur Çayırı” ismiyle anılan “Hünkâr Çayırı”nda kurulu otağına yerleşmişti.

Bir süreden beri hastaydı. Bazı kaynaklara göre; Osmanlı Hânedanı’na musallat olan ve birçok padişahın ölüm sebebi sayılan “nikris”, yani “goutte-gut” hastalığına müptelâ bulunuyordu.

Otağ-ı Hümâyûn’a girer girmez yatağa düştü. Bir daha da yataktan çıkamadı. Ağrıları arttı. Nihayet ikindi vakti Kur’ân sesleri arasında ebedî hayata göçtü.

“Vefatuna sebeb ayağunda zahmet vardı” diyor Paşazade: “Tabibler ilâcundan âciz oldular. Âhir tabibler cem oldular, ittifak ettüler, ayağundan kan aldular. Zahmet ziyade oldi. Şerâb-ı fâriğ virdüler: Allah rahmetine vardı.”

Bu satırlara bakarsanız normal bir ölüm gibi gözüküyor. Ne var ki, manzum anlatımında zehirlenme ihtimalini düşündürecek ifadeler de kullanıyor.

Babinger ise; Fatih’in zehirlenerek öldürüldüğüne inanıyor. Babinger’e göre; bu işi Venedik Cumhuriyeti, Laestro Iacopo isimli Yahudi asıllı bir doktora yaptırmış. Zaten Venedik, ondan önce tam 14 suikast tertiplemişti.

Bu konuda derin analizler yapacak kadar geniş yerimiz olmadığı için, sözü rahmetle bitirelim: Allah rahmet eylesin...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi