Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Seçmeli-meçmeli, zorunlu-morunlu

Seçmeli-meçmeli, zorunlu-morunlu

Ülke gündeminde “Anadilde eğitim” var... Ama rivayet yine muhtelif: Kimi “seçmeli” diyor, manavdan karpuz seçer gibi, kimisi “zorunlu”...

“Türkçe nasıl seçmeli değilse, Kürtçe de seçmeli olamaz.”
Cümlelerin içinde, “Ya seçmezlerse” endişesi fışkırıyor...
Buna cevap şöyle: “Türkçe ulusal dildir, tabii ki seçmeli olmayacak.”
Burada da “Ya seçerlerse” endişesi sırıtıyor. Çocuklarımızın geleceği üstüne laf üretiyoruz.
Kuraldır: “Fikir” ve “çözüm” üretemeyen siyaset “lâf” üretir: Hem de “lâf-u güzaf” (lüzumsuz söz) üretir!
Siyasetçilerimize baksanıza: Yüreğiyle konuşan yok. “Birlikte çözüm üretelim” çağrısı bile “Sen üç koyun güdemezsin” mesajı eşliğinde yapılıyor.
Vakit kaybedip duruyoruz. Oysa tâ en başında “Anadil serbesttir” denseydi, şimdi çok mesafe alınmış olunurdu. “Yasak” dedik... Hatta Kürt olmak, Laz olmak bile yasaktı! Kürtler “Dağ Türkleri”, Lazlar “Sahil Türkleri”ydi!..
Dağlara çok kar yağar, buz olur, buzun üstüne basılınca “kart-kurt” diye kırılır, bu yüzden “Dağ Türkleri”ne, “kart-kurt”tan bozma “Kürt” denmiş! Lazlara da denizin sahille buluşmasından çıkan sesten dolayı “Laz” denmiş!
Eminim bunları uyduranlar da inanmamıştı, ama gerçeği aramak “yasak” olduğundan, herkes “inanır gibi” yapmıştı.
Kürtler sadece Kürtçenin yasaklandığını zannediyor, hâlbuki tüm yerel diller yasaktı. Bu yüzden ilkokulda Başöğretmenin şaplağını bile yedim. Düşünebiliyor musunuz, ana dili Lâzca olan bir çocuk (bendeniz), tek kelime Lâzca konuştu diye Laz öğretmenden dayak yiyor?
Anlatmıştım sanırım, ama “makam münasebeti”yle bir kez daha anlatmama izin verin lütfen...
Kalecik İlkokulu’nun daracık bahçesinde sıra olmuşuz. İncecik önlüklerimizin içinde titreşiyoruz. Aklına nereden estiyse esti, Başöğretmenin, o sabah nutuk atacağı tuttu.
Eski bej paltosunun içinde iki büklüm basamakları çıkıp okulun giriş kapısının önünde gergin mi gergin durdu. Âdeti olduğu üzere, sıradaki öğrencileri, “kıpırdayanın dişlerini sökerim” modunda bir zaman süzdükten sonra, başladı konuşmaya: “Çocuklar, biz Türk’üz! Burası da Türkiye! Türkiye’de Türkçe konuşulur, Türkçe yazılır, Türkçe okunur...”
Türkçe ağlanır mıydı?.. Hangi dilden bilmiyorum, ama düpedüz ağlıyordum...
Çünkü bütün söylediklerini üzerime almıştım. Neden derseniz, bir gün önce katıldığım bir akraba düğününde, gecenin bir vakti ağzımdan Lâzca bir kelime kaçmıştı. Kaçmasıyla ensemde bir tokadın şaklaması bir olmuştu. Arkama dönünce Başöğretmenimle burun buruna gelmiştim: “Sen de mi Brütüs” der gibi bakıyordu. Mahçup mahçup önüme bakmıştım. Ama yerin dibine de batmıştım. Onca insanın önünde dayak yemeyi içime sindirememiştim.
Belli ki, Başöğretmenimin öfkesi geçmemiş, olaya dramatik bir boyut katıp okula taşımıştı. Bütün arkadaşlarım benim yüzümden azarlanıyordu.
Uzattıkça öfkeleniyor, öfkelendikçe uzatıyordu:
“Türkiye’nin her yerinde Türkçe konuşulur, Türkçe yazılır, Türkçe okunur. Evlerinizde bile tek kelime Lâzca konuşmayacaksınız. Lâzca konuşanın dişlerini sökerim!”
Ana dilde konuşmanın neden cürüm sayıldığını kestiremezdim. Bu durumda Türkiye’yi görmeye gelen turistlerin ne büyük güçlükler çektiğini düşünürdüm. Çünkü onlara da Türkçe konuşma mecburiyeti konduğunu sanırdım.
O gün hep benim gözlerimin içine baka baka konuştu. Sonunda yine gözlerimin içine bakarak: “Şimdi çocuklar” dedi, “hep birlikte ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ diye bağıracağız. Bir, ki, üç...”
Bağırdık: “Ne mutlu Türk’üm diyene!”
Suçlanmamak için en çok da ben bağırdım: Fakat bağıra-çağıra mutlu olunmuyor...
Özgürlük mutluluktur!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi