Necmettin Türünay

Necmettin Türünay

Nefs-i Ankara’da Ulucanlar

Nefs-i Ankara’da Ulucanlar

Biz şimdi hiçbir büyüklüğü “ulu kavramı” ile birleştirerek ifade etmiyoruz. Ne İstanbul’un siluetini altüst eden gökdelenleri, ne Boğaz’ı bir uçtan diğer uca birleştiren köprüleri, ne de Anadolu’nun orasından burasından deli ırmaklar gibi boşanan yolları anlatırken kullanıyoruz bu sıfatı. Nereden hatırına düşmüşse Yahya Kemal, Süleymaniye’de Bayram Sabahı’nı yazarken, bu “ulu” kavramına ansızın takılıveriyor. Süleymaniye Camii’ni şiirleştirirken ondaki yüceliği, büyüklüğü ifade sadedinde, herhangi bir sıfat yerine, işte bu “ulu” kavramını harekete geçirdiği görülüyor:

Ulu Mabed! Seni ancak bu sabah anlıyorum.

Ben de bir vârisin olmakla bugün mağrurum.

Şairin dilinde o kadar munis, o kadar heybetli ve bir o kadar da tabii görünen bu ifade biçimine, dikkat ederseniz biz şimdilerde hiç mi hiç başvurmuyoruz. Ulu ağaç demeyiz; çok yüksek, heybetli ağaç deriz. Yolun büyüklüğünü, yoğunluğunu ifade yolunda da otoban deriz, fakat ulu yol tabir etmeyiz. Binaları, mezarları, türbeleri, yaşlı kişileri betimlemeye kalkışırken de aynı şekilde!..

Yani “ulu” kelimesi veya sıfatı ne bugünkü konuşma dilimizde, ne de Türkçe yazı dilimizde sıklıkla kullanılmaz. İsterseniz şöyle kendi kendinize düşünün!.. Son birkaç hafta içinde “ulu” kavramının geçtiği bir cümle kurdunuz mu? Ya da meselâ okuduğunuz bir makalede, kitapta veya şiirde, bu kavramın kullanıldığını hatırlıyor musunuz? Öyleyse buradan yola çıkarak diyebiliriz ki ulu kavramı, yazı dilimizde ve konuşma dilimizde bütünüyle unutulmuş kelimelerden biridir.

Fakat onu kullanmasak, kullanan bir şaire veya nâsire tesadüf etmesek bile, biz onu gene de tanırız. Çünkü bize aykırı gelmez, yabancı gelmez. Ulukışla denildiği zaman, onun ne mânâya geldiğini hepimiz biliriz çünkü. Kışla, askeri birliklerin bulunduğu mekân olduğuna göre, onun ulusu yani en genişi veya büyüğü demek olur. Gene meselâ Uluborlu diye bir ilçemiz vardır. Bor, şehir demek ve onun ulusu, yani büyüğü bir şehir!..

Böyle uzaklarda, karanlık noktalarda dolaşmaya ne hacet!.. İşte Anadolu’nun orasında burasında Ulu Cami’ler yok mu? Maraş’ta, Mardin’de, Diyarbakır’da, Afyon’da, Uşak’ta veya şurda, burda!.. Büyük cami, en büyük cami manasında bir kullanım.

Ama dikkat edin, bu camilerin hemen bütünü bizi ya Selçuklu dönemlerine ya da ilk Osmanlı asırlarına doğru çeker de çeker. Bir şehrin en büyük camileri olan Ulu Camiler, bir zamanlar o şehrin Selâtin camileri manasına gelen ibadethanelerdir. Çoğu da kubbeli değil; bildiğimiz dört fil ayağı üzerinde kubbeler yükselmez çünkü o camilerde. Bunun yerine sayısız kalın direkler, bir ormanı andırır gibi göklere yükseltir o yapıları. Sonra insanın şaşacağı derecede ince bir ahşap işçiliği!.. Beyşehir’deki Eşrefoğlu Camii, Afyon’da Mevlevi-hane ile karşı karşıya Ulu Cami bu bakımdan enteresan yapılardır.

İşte bu tür yapılardaki heybeti, yüceliği ve maneviyatı ifade yolunda, halkımız onları “ulu” kavramı ile sıfatlandırıyor ve buradan da sayısız dil terkipleri vücuda getiriyor. Fakat ne zaman ve hangi devirde? Eğer dikkat edilirse, bu tür dil kullanışları bizi, şöyle böyle on ikinci, on beşinci asırlara doğru çeker de çeker.

Meselâ alın elinize Yunus divanını, orada bu kelime ile sık sık karşılaşırsınız. Fakat Baki divanında aynı kelimenin gide gide nasıl azaldığını görür ve şaşarsınız. Dolayısıyla bugün dilimizde mevcut gözüken “ulu” kelimesi ile eşleştirilmiş terkiplerin çoğunun, şöyle böyle 500-700 yıl öncesinden donup kalmış ifadeler olduğunu farketmek durumunda kalırız.

Nitekim benim doğduğum köyde de, ilgili kavramın kullanıldığı yerler az değildi. Dağda yaşlı, tarihî bir ardıç ağacı vardı. Köylü hâlâ daha ona ulu ardıç demekten geri kalmaz. Köyün uçsuz bucaksız ovasında sayısız kuyular vardı. Her birinin de bir adı bulunurdu. Fakat onlardan birinin adı gene de hepsinden farklı idi: Ulu Kuyu!.. Çünkü yaz mevsiminde bütün kuyuların suyu kesilir, onunki bitmezdi.

Sonra meselâ o geniş ovayı baştan sona geçen, köyleri birbirine bağlayan yollar vardı. Hepsinin de bir adı!.. Fakat bize biraz uzaktan geçen, hayal meyal, yolcusu bulunmayan bir yol daha vardı ki, onun adı da ulu yol idi. Çocukken bu ad benim dikkatimi çeker, sorardım. Meğer o yol eskiden, tarih içinde, Afyon’u Denizli’ye bağlayan kervan yolu değil miymiş?

Şimdi bunları mülâhazalar suretinde size naklederken, ister istemez hatırıma dünkü Hamamönü, Ulucanlar geliyor. Oralarda hâlâ daha o tarihi âsârı, oralarda yatan Hacı Bayram Veli ahfâdını muazzep eden, Sulukule/taverna tarzı müzikler yükseliyor mudur?

Fakat bildiğim bir şey varsa tarihten beri Ankaralılar, o civarları Ulucanlar biçiminde adlandırıyorlar. Hamamönü çok daha yeni bir kullanım. Ancak Ulucanlar, yazının ve dilin tarihi dikkate alınırsa çok daha eski bir adlandırma. Türkiye’nin çoğu yerlerinde yapılara, mâbedlere kullanılan bu sıfatı, dikkat ederseniz eski Ankaralılar bir bölgeye şamil kılıyorlar. Fakat onların kasdının bölgeden, semtten ziyade orada yatan büyük veliler, büyük komutanlar olduğu aşikâr değil mi?

Bir uçta Hacı Bayram Veli, bir uçta Aslanhane Camii, diğer bir uçta da Taceddin Sultan!.. İşte bu üçgen içi bölge, kuşkusuz Ankara Kalesi civarlarının bütünü ile birlikte, “ulu canlar”ın yattığı manevi/tarihî bir kabristan mesabesinde!.. Hemen çoğu da on üç, on dört ve on beşinci yüzyıllardan birer armağan!..

İşte Mehmet Akif’i Ankara’da bu maneviyat karşıladı kucakladı; sardı sarmaladı. Buradan da Türkiye’nin istikbaline doğru yeni bir hamle harekete geçti.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Necmettin Türünay Arşivi