“Yeni Türkiye Cumhuriyeti”

“Yeni Türkiye Cumhuriyeti”

Türkiye'deki değişimin yabancı gözlemciler tarafından daha isabetle izlendiği ve değerlendirildiğine ilişkin iddialar şaşırtıcı değil. Mütecessis bir zihin toplumda yaşanan değişimin farkındadır, ancak yine de bunun boyutunu ve yönünü değerlendirme noktasında bazı sınırlar olduğu açık.

İçinde yaşadığımız toplumun değişimi bizleri de etkisi altına aldığından çoğu kez bu değişimin farkına varamıyor. çoğu kişi geriye dönüp "neler oluyor?", "neler değişiyor?" sorusunu kendisine sormadığından nelerin değişip nelerin olduğu gibi sürmekte olduğunu fark etmiyor.

Türkiye'nin seksenler, özellikle de Soğuk Savaş dönemini sona erdiren Sovyetler Birliği'nin tarihe veda ettiği doksanlı yılların başından bu yana içeride toplumsal yapıda ve dışarıda dünya sistemi ve bilhassa bölgesel ilişkiler ortamında yaşamakta olduğu değişim ve yeni yönelişler tüm dünyanın yakın ilgisini çeken bir husus olmuştur. Bu konuda çeşitli tezler ileri sürülmüş, bu çerçevede pek çok kitap yazılmıştır. Bunlar arasında en başarılı olanı Türk okuyucuların yakından tanıdıkları Graham E. Fuller'in Yeni Türkiye Cumhuriyeti (çeviren: Mustafa Acar, İstanbul, Timaş Yayınları, 2008) adlı çalışmasıdır. Türkiye'yi "yükselen bölgesel aktör" olarak inceleyen Fuller, doksanlı yıllardan sonra ve özellikle de iki binli yılların başından itibaren Ak Parti iktidarıyla birlikte Türkiye'nin dış politikada ortaya koyduğu gelişmelerin yeni bir döneme işaret ettiğini, öncekilerden tamamen farklı bir duruşu sergilediğini ve giderek bölgesinde aktif bir aktör olarak yükselmekte olduğunu ortaya koymaktadır. Bu dönemin öncekilerden tamamen farklı olması nedeniyle "yeni Türkiye Cumhuriyeti"ni anlattığını, bununla aslında Cumhuriyetin yeni bir dönemi ifade edilmek istendiğini belirtmektedir.

Yeni Türkiye Cumhuriyeti olarak nitelendirilmesinde belirleyici olan pek çok gelişmenin altı çizilebilir. Türkiye söz konusu edilen yeni dönemde, çok açık bir şekilde yakın komşularıyla sıfır problem anlayışına dayalı bir politika takip etmiş ve komşularıyla olan sorunlarını zaman içinde tek tek aşarak tarihinde hiç olmadığı bir şekilde ilişkilerini olumlu noktaya taşıyarak nüfuzunu artırmıştır. Türkiye, yeni dönemde bölgedeki tüm gelişmelerde müdahil olan bir "bölgesel aktör" olarak öne çıkmıştır. Yakın komşularımız Suriye, Irak, İran, Kafkas ülkeleri ile Yunanistan ve Bulgaristan devletleriyle ilişkilerin nasıl bir tablo ortaya koyduğu herkesin bilgisindedir. Zaman zaman sıcak çatışma noktasına gelinen bu ülkelerle ilişkilerin bugünkü durumu elbette yeni dönemin en önemli argümanı olmalıdır.

"Türkiye'nin bugününü ve gelecekteki yörüngesini tam anlayabilmek için, geçmişini daha iyi kavramamız gerekmektedir" diyen Fuller, Osmanlı döneminde 19. yüzyılda başlayan modernleşme süreciyle birlikte Türkiye'nin ortaya koyduğu evrilmenin ve yeni tercihlerin bugünkü değişimin arka planını oluşturduğunu ve bugünün olup bitenlerin ancak tarihsel arka planın bilinmesiyle mümkün olduğunu ileri sürmesi dikkat çekicidir. Son yıllarda pek çok siyaset bilimcinin ve stratejistin sık sık vurguladıkları gibi hiçbir ülke kendi tarihi ve coğrafyasından tevarüs ettiklerini reddetme şansına sahip değildir. Hangi ülke olursa olsun tarih ve coğrafyanın kendisine sunduklarıyla sırtına yüklediklerini harmanlayarak yeni stratejiler ve politikalar oluşturmak zorundadır. Bu doğal durum için öncelikle ideolojik duruşun ve tercihlerin ikinci plana atılması ve reelpolitikin öncelenmesi gerekir.

Son döneme kadar "Ankara'nın bölgeye karşı tavrı; kültürel olarak red, siyasi olaraksa küçük görme değilse bile belirgin bir siyasi soğukluk şeklinde cereyan etmiştir" (s.74) şeklinde özetlenen bir pasif duruşla ne bölgede nüfuzu olan bir devlet, ne de komşularıyla iyi ilişkileri tesis edebilen bir aktör olmak mümkündür. Türkiye'deki tarih öğretiminin İslam ve özelde Arap dünyası hakkında olumsuz düşünme yönünde bir zihin yaratmış olması ve bölge hakkında gerçek bir bilgiye değil daha çok ideoloji ve önyargıya dayanması Yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin önündeki en ciddi engeli oluşturmaktadır. Hâlâ Türkiye, kendisinin de içinde yer aldığı Orta Doğu hakkında sağlıklı bir bilgi kaynağına sahip değil; bilgilerini önyargılardan ve Batı'dan iktibas etmektedir.

Pek çok yazıda sorduğumuz gibi bir kez daha soralım: Türkiye'de sağlıklı çalışan bir Orta Doğu Enstitüsü niçin yoktur? Türkiye'nin bölge hakkında sağlıklı bilgilenme ihtiyacı nasıl karşılanacaktır?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi