Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Yarın değil, bugün…

Yarın değil, bugün…

Merak ediyorum: Hayatı ve kâinatı temaşa etmenin de bir nevi ibadet olduğunu, bunun aynı zamanda “kulluk borcu” olarak algılanması gerektiğini ne zaman fark edeceğiz?
Hayata sırtımızı döndüğümüz için, inancın “tasavvuf” ve “tefekkür” boyutundan kopuk yaşıyoruz…

İnancın “tasavvuf” boyutundan kopmak, inancımızı hayata geçirmekte ve ibadetten zevk almakta bizi zorlarken, “tefekkür” boyutundan kopmak, düşünce ufkumuzu kısırlaştırıp çoraklaştırıyor.

Üç yüz seneden beri Müslümanların hayata hiçbir katkı yapmadan yaşamaları, bundan kaynaklanıyor gibime geliyor.
Ömrümüzün son gününü yaşıyor gibi yaşamak bu konularda da uyarıcı olabilir diye düşünüyorum.

Hayatı ertelemeye çok alıştık. En çok kullandığımız kelime, “yarın” oldu: “Yarın yaparım...”, “yarın yazarım...”, “yarın giderim...”, “yarın severim...”, “yarın söylerim...” diye diye “yarın” olmadan hayatımızı tamamlıyoruz.
Artık gelsin “keşke”ler: “Keşke” şöyle yapsaydım, “keşke” böyle yaşasaydım!
Peşinden “eğer”li cümleler sökün ediyor:
“Eğer bir daha dünyaya gelseydim...”
“Eğer bir daha genç olsaydım...”
“Eğer bir fırsat daha yakalasaydım...”
Her günü “son gün”, her fırsatı “son fırsat” olarak yaşamak, bütün bunların önüne geçebilir. Hayattan “keyif” alma limitimizi de artırır.
Yapılması gerekeni yarına ertelemek, hayatı ertelemek, yaşanmamışlığı çoğaltmaktır. Yaşayamadıklarımız zamanla koca bir dağ olup yüreğimize abanır. Sonunda hiçbir pişmanlığın kâr etmeyeceği “an”a tıkanırız.

Kırk daireli bir apartmanda oturduğum günlerdi. Bir sabah evden çıktım. Baktım evin önündeki güller açmış, yüzüme gülücükler gönderiyorlar. Bu muhteşem güzelliği görmezden gelmeyi Allah’ın ikramına haksızlık saydığım için, dakikalarca seyrettim. Hatta konuştum onlarla. Onları ne kadar sevdiğimi anlattım. Hafif dokunmalarla okşadım.
O sırada balkona çıkan komşum, nereye baktığımı merak etmiş olmalı ki yarı beline kadar sarkıp, ilgi gösterdiğim şeyi görmeye çalıştı. Algılayamayınca da kimle konuştuğumu sordu:

“Güllerle” dedim, “bak ne güzel açmışlar.”
Tuhaf tuhaf bana baktı. Bakışları “Bu adamın aklı başında mı acaba?” diye sorar gibiydi. Çünkü komşum güllerle konuşmayı bilmiyordu… Güllerden Muhammed’e (sav), oradan Allah’a gidildiğini öğrenmemişti…

Komşuma göre, bir insanın dikkatlice bir yere bakması için, orada (ya da bakanda) bir anormallik olması gerekiyordu! Bana göre ise, açan gülü fark etmek, hem insana sunulan gül güzelliğini keşfetmek, hem de baharın ilk günlerinde gül güzelliği ihsan eden “Kudret’i Ezeliye” sırrını keşfetmekti.

Unutmayın ki, hayatı doğru yaşayamayan, doğru ölemez!
Hayatta ve mematta (ölümde) eksikliklerimiz var. Çünkü ne hayatı doğru algılayabilmişiz, ne ölümü doğru kavrayabilmişiz: Her ikisi de korkulardan, karabasanlardan, olumsuz ihtimallerden oluşuyor.

Oysa yaşamayı bilene hayatın bazı anları keyif, kavrayabilene ölüm vuslattır (Hz. Mevlâna)…

Dikkatsizliğimizle yersiz korkularımız ikisine de izin vermiyor. Dolayısıyla yaşanmamış baharlar bir birine ekleyip çoğalıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi