Latif Erdoğan

Latif Erdoğan

Hazin sonun fezlekesi

Hazin sonun fezlekesi

Geçen haftaki yazımızda, cemaat nasıl kurtulur retoriğini, öze dönüşle anlatmaya çalışmış ve bu özü oluşturan ahlaki değerlerden bahsetmiştik. Daha önceki yazılarımızda da dolaylı olarak üzerinde durduğumuz ahlak konusu kazanım yönüyle imana dayalı bir ahlaktır; dinle bağlantısı yönüyle de ontolojik bir olgudur. Her dini cemaatin böylesi bir olgudan tecridi, bitiş ve tükenişi işaretleyen felaket sirenidir; kaybedilenler tekrar elde edilmedikçe de büyük yıkım kaçınılmazdır.

Dini bakış açısıyla, ladini bakış açısı elbette temelde farklılık gösterir. İkincisi maddeyi, dış görünümü, fiziki yapıyı ele alarak değerlendirmelerinde sonuca varmak ister;  birincisi ise manayı, iç bünyeyi, metafizik yapıyı gözlemler ve sonuçla ilgili yorumlarını bu esaslar üzerine temellendirir.

Şimdilerde adı paralel yapıya dönüşen cemaat olgusunu değerlendirirken ve bu olgunun şimdiki durumunu ve finaldeki konumunu okumaya çalışırken söz konusu ettiğimiz yöntem farkını da göz önünde bulundurmamız gerekir ve dini perspektifin öne çekilmesi hayati önem arz eder. Çünkü gözlemlediğimiz olgu temel yapısı itibariyle dinidir; geldiği nokta ise zaten işin arızalı, problem yanıdır.

Dini bakış açısına göre, ceset ruhla ayakta durduğu gibi, madde mana ile kaimdir. Amele değer kazandıran niyettir. Keyfiyete göre kemiyetin önemi hiç denecek kadar azdır. Özün sözle, sözün özle barışıklığı mümin olmanın ön koşullarından biridir. Güç, haklı olmanın adıdır. Üstünlük takva ile eşdeğer bir manevi haldir. Kim bir topluluğa benzemeye çalışırsa, o onlardan kabul edilir.

Şimdi böylesi prensiplerden oluşan bakış açısıyla bakıldığında, değişim, başkalaşım, bitiş ve tükeniş gibi kavramların karşılığı, topluluğun kendi manevi değerlerini terk edişi, yanlış özentilere düşüşü, takvadan uzaklaşarak ruhsatlarla dökülüşü, kabullerde haklılıkla gücün yer değiştirmesi gibi olumsuz hallerdir; içeriğini yitirmiş şekil ve görüntülerdir.

Dediklerimizi en kapsamlı ve en net çerçevede görebilmek için şu iki ayete bakmak yeterli olur kanaatindeyim:

“İşte bunlar, Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerden, Adem’in soyundan ve gemide Nuh ile beraber taşıdıklarımızın neslinden, İbrahim ve İsrail’in soyundan, hidayete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdir. Kendilerine Rahman’ın ayetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı.

Sonra bunların ardından öyle bir nesil geldi ki, namazı terk ettiler, heveslerine/şehvetlerine uydular; onlar bu taşkınlıklarının karşılığını mutlaka göreceklerdir.” (Meryem, 58-59)

Birinci tabloda anlatılan bir toplum inşası için yola çıkıldı. İlk dönem itibariyle bunda başarılı da olundu. Bediüzzaman ve talebeleri bu inşanın seçkin örnekleriydi. Albay Hulusi Bey gibi büyük velileri semere veren bu dönemde toplumun bütün katmanlarında şekillenen insanlar tek başlarına birer ümmet olma keyfiyetiyle başak verdiler. Herkesi imrendiren kulluklarıyla, herkesi hayrette bırakan takvalarıyla, herkese sinerji aşısı yapan hizmetteki şevkleriyle dolu dolu bir ömür yaşayan böylesi bir altın kuşak  vazifelerini hakkıyla ifa ile arkalarından gelenlere çok yönlü mükemmelliği miras bıraktılar.

 Vazifeyi onlardan devralan ikinci kuşak da bir müddet onların yolunda iz sürdü. Ne ki, bir müddet sonra niyet kaymaları yaşanmaya başladı. Daha sonra bu niyet kaymaları amelleri ifsada yöneldi. Önce takvadan ruhsata geçildi. Ardından ruhsatlardan haramlara düşüldü. Tedbir adına alınan önlemler, takiyye ahlakına dönüştü. Bazı yerlere yerleşme uğruna, İslam’ın en önemli rüknü olan namazın, asli rükünleriyle oynanıldı. Böylesi bir namaz, namaz olmadığı için de onlar namazı terk etmeden namaz onları terk etti. İçki yasağı delindi, sonra da emir haline getirildi. Örtü yasaklandı; direnenler eşlerinden ayrılmak zorunda bırakıldı. Dekolte kıyafetler revaç buldu. Önceleri düşman belledikleri kişilerin yaşam tarzı, bir müddet sonra onlara model olarak sunuldu. Onlar gibi olabilenler başarılı sayıldı, ödüllendirildi, diğerleri de onlara özendirildi. Onlara benzediler, nihayet onlar gibi de oldular.

Kendi aralarında iç irtibat, gönül bağıyla örülü kardeşliğe dayanıyordu. Buna “akıl kardeşliği” denilen bir yaftayı ilmeklediler. Ardından bu da yetmedi, “çıkar kardeşliği” noktasında karar kıldılar. Gönül ve aklı da bir tarafa bıraktılar.

Ahlaki kopuş, ameli sapış itikatlarını da etkiledi. Metbuları, tabilerine, “her şeyi yeni baştan gözden geçirmeye var mısınız”, demeye başladı. Onlar bunu hikmet boyutlu bir söz sandılar; daha sonra düşecekleri tuzağın hazırlıklarını bu sözde okuyamadılar.

Redd-i miras ettiler. Eski hassasiyetlerini önce küçümsediler; sonra da alay konusu yaptılar. Mekr-i ilahi önlerine su serpti. Varmak istedikleri hedefe sırtlarını dönüp koşmayı aksiyon ve başarı sandılar. Tuba ağacı diye, zakkumdan meyve devşirdiler. İçine düştükleri kısır döngüde dönüşlerini, Kabe’yi tavaf diye yorumladılar. İtirazlara, ikazlara, uyarılara kulak asmadıkları gibi, denilenleri, söylenenleri kıskançlığa, düşmanlığa yüklediler. Düşmanları dışında herkesle dostluk bağlarını kopardılar. Bütün sa’y, gayret ve çalışmaları çıkmaza sürüklenirken, zavallı bir aldanışla iyi işler yapılıyor vehmine kapıldılar.  Özetle, hidayete karşılık dalaleti satın aldılar. Dini rüşvet verdiler; lakin dünyayı da kazanamadılar..

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
4 Yorum
Latif Erdoğan Arşivi