Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Sanat ve hayat

Sanat ve hayat

Osmanlı’da romanın yahut bildiğimiz anlamda heykelin olmaması “sanat”ın olmadığı anlamına gelmez…

Roman yok, ama onun yerine dört bin yıl öncesinden başlayarak eski devirleri, eski hayalleri güne taşıyan Hint masalları, destanları var: Siret-i Anter, Binbirgece,  vesaire…

Nihayet hepsinin aktığı ibret ummanı: Kıssalar, menkıbeler.

Resmin alternatifi hüsnü hat, ebru, çeşmibülbül, hatta cami süslemeleri: Cami duvarları maharetli, zevkli ve becerikli ustalar tarafından öyle bir tabloya dönüştürülmüştür ki, o tabloyu başka bir duvara asamazsınız... 

Çünkü tam da olması gereken yerdedir…

İşte buna “estetik” diyorlar!

Osmanlı mimar ve ustaları, estetiğin zirvesine çıkmış, oradan hayata bakıyorlar, oradan hayatı sanata dönüştürüyorlar.

Kısacası, Osmanlı’nın hayatı sanattır… 

Heykelin alternatifi ise en basitinden mezar taşlarıdır... Her biri öylesine bir estetik keyifle işlenmiştir ki, bir mezar taşında hem tarih okursunuz, hem de hayatla memati (ölüm)aynı anda izlersiniz.

İslâm sanatlarının, insan ruhunu ürpertip titreterek olgunlaştıran bir etkisi var. 

Özellikle ebrunun böyle bir işlevi olduğunu düşünürüm. Hiç ebru yapmadım, ama ebru yapan ustaları seyrettim: Ne kadar keyifli ve doyulmaz olduğunu bilirim.

Ustalar yüreklerini banar gibi banarlar ebru kâğıdını, renklerle gökkuşağına dönüştürülmüş suyun içine… Bu yüzden ebru sanatçıları bahar yürekli olur. Dışarıdan bakıldığında “çelişkili” gibi görünen duruşları hep bu renk zenginliğiyle ilgilidir.

Ya hüsnü hat: Yürekte damıtılmış duyguların sabırla yeşertilip kâğıda emzirilmesi…

Karmaşa içinde nizam ve intizam! Harflerin cemaat hali! Cemaat içinde tek olma özelliği… Her biri kudret elinden çıkmış gibi müthiş bir uyum ve haysiyetli bir kimlikle kâğıda “değer” katıp kâğıdı “eser”e dönüştürürler…

İlahî bir emirle Kur’an-ı Kerim’den fışkırıp edeple sıralanmaları, karmaşık gibi görünen kâinatı muhteşem bir denge içinde hareket ettiren Sanii Zülcelâl’ı hatırlatır.

Tek bir harfle (elif) hem hayatı, hem vahdeti (birlik), hem Vahdaniyet’i hatırlatması muhteşem bir tecellidir.

Ya vav!..

İyi çizilmiş bir vavda hem anne karnındaki halinizi izlersiniz, hem de bir zamanlar dedelerinizin başını süsleyen sarığın ona ne kadar yakıştığını hatırlayıp iç çekersiniz…

Bitmedi: Bir “vav”ı alıp tersine çevirdiğinizde, karşınızda Süleymaniye Camii’nin kubbesini bulur, İslam sanatlarının çeşitlilik içinde yakaladıkları bütünselliğe şaşarsınız…

Öyle bir estetik uyumdur ki bu, aralarından birini çektiğiniz anda tüm sanat âlemi üzerinize çöker, enkaz altında kalırsınız…

Süleymaniye’nin kubbesini yıkamadık, ama elifi yalnız (harf inkılâbı), vavı sarıksız (kıyafet inkılâbı), ebruyu müziksiz (bir zamanlar Türk Sanat ve Türk halk müziğinin radyolarda çalınması yasaklanmıştı), vitrayı temelsiz (tarih), “ney”i nefessiz (tarikatların yasaklanıp tekke ve zaviyelerin kapatılması) bıraktık.

Asırlar boyu kıssa ve menkıbelerden beslenen yüreklerimizin giderek çoraklaşması bundan olmasın?

Eski mütefekkirlerimiz “elif”te zikir, “ba”da “Ba’su ba’del-mevt”te (öldükten sonraki diriliş) fikir bulurlardı…

Yeni düşünürlerimiz boşu boşuna Latincenin “A”sında “ahlâk”, “Be”sinde “beyin” arıyor!

Olmayanı bulabilirlerse, sanat hayatla yeniden buluşup ülkeyi ayağa kaldıracak.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi