Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Osmanlı mutfak kültürü

Osmanlı mutfak kültürü

Hocalara Ramaza’na ilişkin olarak genelde fıkhı sorular sorulur. Bendenizin payına ise Ramazan’ın tarihsel boyutunu anlatmak düşer. Bu arada mideye ilişkin farklı meraklar da oluşur tabii.
Bu çerçevede bazı dostlarımız padişahların ne yeyip içtiğini merak etmişler. örneğin Isparta’dan İzzet Mert bunu soruyor: “Padişahlar ne yer ne içerlerdi? Bugün yediklerimiz o günlerde de var mıydı?”
Bu da bir merak işte...
önce şunu söyleyeyim ki, Osmanlı ceddimiz günde sadece iki öğün yemek yerdi. Bu sisteme saraylılar ve padişahlar da dâhildi.
Meselâ 11 Haziran ile 9 Temmuz 1469 tarihleri arasında (Hicri 873 Zilhicce) İstanbul’da bulunan Fatih Sultan Mehmed’in, birincisi sabah saatlerinde, ikincisi güneş batımında olmak üzere günde iki öğün yemek yediğini görüyoruz.
çorba, etli yemek, yoğurt ve çeşitli otlardan oluşan salatadan ibaret akşam yemekleri sağlıklı beslenmek isteyen bilinçli bir tüketicinin perhiz yemeği gibidir. Aynı zamanda Peygamber Efendimiz’in akşamları hafif şeyler yeme sünnetine de uygundur.
Sabah yemeğine gelince: En ilginç yönü, gün be gün yemeklerin değişmemesi, günler boyu aynı kalmasıdır.
Düşünün ki, Fatih Sultan Mehmed gibi cihangir bir Padişah, ayın en az 15 günü şalgamlı ve yumurtalı kuzu, diğer günlerde ise soğanlı tavuk kebabı yiyor.
Bu durum çorba için de geçerlidir. Kuzu yemeğinin yanında her gün sarı erikli bir çorba vardır, ancak bazı günlerde içine hıyar ya da maydanoz katılır. Mönüde tavuk kebabı olduğu günler ise koruk ya da sarı erik suyu katılmış balkabağı çorbası eşlik eder. Yalnız ot çeşitleri değişir: Padişahın sofrasını bazen marul, tarhun, soğan süsler, bazen sarımsak, tere ya da hıyar.
Otlar yağsız ve tuzsuz tüketilir. Sirke ve sos da katılmaz. Bazen de Padişah, ot yerine (26 Haziran akşamında yaptığı gibi) salatalık turşusu, kimi zaman da limon turşusu tercih eder.
12 Haziran tarihli sabah mönüsüne baktığımızda yumurtalı lapa, mantı ve yoğurtlu erişte görürüz. Ertesi gün yine mantı, kestaneli bulgur ve muhallebi vardır.
Gördüğünüz gibi padişah yemekleri oldukça sade ve çeşidi azdır. Ellerindeki parayı mideye yatırmak yerine fakiri doyurmayı tercih etmişler, bu amaçla sayısız hayır eserleri vücuda getirmişlerdir.
Tarihin en beğenmediği valide sultan olan Hürrem Sultan bile bir sürü hayır eseri yaptırmıştır. Bu eserleri yaptırmak için yokluk çektiğini o sırada seferde olan Kanuni’ye yazdığı acıklı mektuplardan öğreniyoruz.
Alaşehir’den İclal Bahar isimli hanımefendi ise daha kadınsı bir merak içinde soruyor: “Eskiden buzdolabı yoktu, hemen bir şeyler satın alınacak marketler de... Peki gıda maddeleri nasıl korunuyordu?”
Kiler vardı İclâl Hanım, kiler. Osmanlı evlerinin en önemli bölümlerinden biri kilerdi. çünkü neredeyse tüm yıl yetecek kadar gıda maddesi kilerde saklanırdı.
Rahmetli Samiha Ayverdi Hanımefendi son devir Osmanlı konağının kilerini şöyle anlatıyor:
“Kiler denen o uçsuz bucaksız taş odalarda neler yoktu? Bir zamanlar Varna'dan Köstence'den çekimlerle gelen yağların, pekmezlerin yerine, şimdi Halep'in, Trabzon'un, Vakfıkebir'in fıçı fıçı yağları, Balkan kaşerleri, kızanlık tulum peynirleri, kazeviler dolusu Mısır pirinçleri, dağlar gibi yığılmış kelle şekerler, çuvallarla sabunlar, hevenk hevenk tavanda asılı kışlık soğanlar, siyah ve yeşil zeytin fıçıları; eskiden Kazan'dan Eflak ve Boğdan'dan gelen zahireler yerine şimdi Suriye'nin, Trablusgarp'ın, Bağdat'ın ve Anadolu vilayetlerinin türlü türlü mahsulleri hep bu kilerlerin, sanki ot gibi kendi kendine üreyip tükenmek bilmeyen muhteviyatı arasında idi. Sandık odalarının yonca, çiçek ve sabun kokusuna karşılık, kilere başımızı uzattığımız zaman genzimiz yağ, peynir, pastırma, sucuk, turşu ve salamura karışımı bir kokuyla gıdıklanır, biraz da yanar gibi olurdu.
Daima dolu, daima üst üste istifli olan bu erzak deposu, gerçekten de, kopardıkça süren bir nebat gibi, yenip azaldıkça adeta kendi eksiğini belli etmeden kendi dolduran bir sihirbaz el çabukluğu ile telafi ederdi.
Kim, ne zaman bu kilere girecek olsa daima raflarında Antep'in kuru baklavalarını, bademli, fıstıklı cevizli sucuklarını, Şam'ın, Malatya'nın, Tokat'ın kayısılarını, Ankara'nın ballarını, Kastamonu'nun uryanîlerini, Bağdat'ın, Hicaz'ın hurmalarını görmesi mümkündü.
Hele Ramazan yaklaşırken hoşaflık kuru yemişlerin çeşitleri daha da artar, İzmir'den gelen kuru incirler, kuru üzümler, kuru vişneler, pekmez, bulama, tarhanalar, bulgurlar, kuskuslar, Karadeniz'in fıçı fıçı havyarları; bilhassa kalfaların kendi elleriyle güle söyleye kaynattıkları reçeller, şuruplar; adeta merasimle hazırladıkları biber, salatalık, patlıcan turşuları, hardaliyeli tükenmezler, üzüm turşuları bu geniş ve loş kilerin kalabalığı içinde adeta kendilerine zorla yer bulmuş kimseler gibi üst üste, tıklım tıklım yerleşmiş bulunurdu.” (Samiha Ayverdi, İbrahim Efendi Konağı, İst. 1998, s. 102-104)
Görüldüğü gibi, markete ihtiyaç duyulmazdı, çünkü gıda maddelerinin çoğu hanımların maharetleri elleriyle üretilir, her zaman serin olan, daha doğrusu serin olacak şekilde inşa edilen kilerlerde saklanırdı. İçme suyunun yanı sıra karpuz, kavun gibi meyveler de her evin avlusunda bulunan su kuyularında soğutulurdu.
Hepinize bol sevaplı, bol dualı, hayırlı iftarlar ve sahurlar dilerim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi