Lütfü Şehsuvaroğlu

Lütfü Şehsuvaroğlu

ZiYA GÖKALP VE TÜRK DÜŞÜNCE TARiHiNDE TÜRKÇÜLÜĞÜN SERÜVENi: 1

ZiYA GÖKALP VE TÜRK DÜŞÜNCE TARiHiNDE TÜRKÇÜLÜĞÜN SERÜVENi: 1

Diyarbakırlılar Ziya Gökalp’in müze evini yeniden ihya etmelidirler. HDP’nin yapılan yanlışa, vandalizme sahip çıkmayıp Kürt Aşiretleri Hakkında araştırmasıyla çok önemli bir saha alışması de gerekleştiren Diyarbakır’ın medar-ı iftiharı ilk sosyoloğumuz Gökalp’in kültürel mirasına sahip çıkacağını ummak istiyorum. 

TÜRK DÜŞÜNCE TARİHİ İÇİNDE GÖKALP’IN YERİ hakkında kısa bir gayretin yahut da Osmanlı ile Cumhuriyet aydını arasındaki ilişkinin ve/veya herbirinin fikrî macerasının izlerini sürmeye çalışmanın sonucunda elde edeceğimiz temel sonuçlar bile Ziya Gökalp’ın sadece 20.yüzyıl başı için bütün Türk düşünce hayatı için çok önemli, inkâr edilmez bir mevkii olduğunu ortaya koyar. 

Ziya Gökalp Osmanlı İmparatorluğunun çökmeğe başladığı dönemin bütün fikrî arayışlarını şahsında temsil ettiği gibi, Cumhuriyet’in kuruluşu devresine ait aydın arayışlarının da anaç göstergesidir.

Nasıl ki o, Namık Kemal gibi bir kaynağın kendi dönemine ait telifi, ihyacısı, ibdacısı olmağa hamlettiyse Cumhuriyet dönemine ait Türk düşünce ufukları, sosyoloji ile siyaset bilimi de onun izlerini sürmüş veya onu tartışadurmuşlardır.

Ziya Gökalp sadece akademik çevrelerde, sosyoloji ve siyaset bilimi kürsülerinde değil, ideolojik mücadelelerde de adına çok gönderme yapılan bir düşünce ve eylem adamıdır. 

Cumhuriyet’in hemen her kuşağının fikrî referanslarında, tartışma platformlarında Gökalp’ın izini bulmak mümkündür. 

Gökalp’ın hayatı da fikrî sergüzeşti kadar heyecan verici ve çok renklidir. Hayatı ile eseri arasında ilişkiyi araştırmak bile tek başına yeni nesil aydını için örnek sahneler, enstantaneler ortaya çıkarabilir. 

Diyarbakır’lı orta halli bir ailenin çocuğu İstanbul’a gider okur ve kısa zamanda en üst siyaset ve fikir çevrelerinin arasında müessir hale gelir. Bu seyahat bile başlı başına üzerinde çalışmaya değer bir alandır. Ama fikir çilesi ve derinliği; gel-gitleri ve sınır tanımaz arayışları bundan da derinlikli ve heyecan vericidir. Tanzimat dönemini izleyen Anadolu’lu –üstelik de Kürt kökenli- aydın, Osmanlı

Devleti’nin yıkılmaması hatta yeniden ihtişamlı, saadetli asırlarına dönmesi için Namık Kemal’i, öncesini ve sonrasını zihninde tartışır. O genç yaşta ölen Yeni Osmanlı’ya hayrandır. Yarım bıraktığı işleri tamamlamak her yeni Osmanlı’ya düşen bir görevdir.

Osmanlıcılık bütün Osmanlı aydınları gibi Ziya Gökalp’ın da birinci ideolojisidir. 

Ardından İslamcılık gelir. Kimileri daha çok da 60’lı yılların sonrasında ortaya çıkan İslamcı akımların kimi kalemleri Gökalp eleştirisi üzerine dayandırdıkları söylemlerini hep onun Türkçülüğün mimarı oluşu etrafında düğümlerler. Bir zaman dili ve gelişimi değerlendirmesi yapmazlar. Gökalp’ın hayatındaki sergüzeşti izlemezler. Oysa Gökalp’ın da tıpkı Namık Kemal gibi İslamcılığı mevzu bahistir ve üç tarz-ı siyaset üzerine temel bir araştırma yapılacak olursa Gökalp incelemesi olmadan bunu gerçekleştirmek mümkün değildir. 

İslamcılığının ne idüğü ve boyutları üzerinde ileri duracağız ama hemen belirtelim ki, Osmanlıcılık, İslamcılık ve son akım olan Türkçülük maceraları Osmanlı aydınının tipik karakterini ortaya koymak bakımından en doğru Gökalp’te etüd edilebilir.

Üç tarz-ı siyasetin üçüncü faslını da kolaycana tek kalemde değerlendirmenin z orluğuna işaret etmeliyim. 

Bu son siyaset tarzı aslında içinde Turancılık, Doğu Osmanlıcılığı, Avrasyacılık, Oğuzculuk, Anadoluculuk, Türkiyecilik dalgaları ve fasılaları olan bir siyasi projeler demetidir. Tek kutuplu değildir. İçiçe halkaları olan bir fikir macerasıdır. Aynı zamanda da Osmanlı ve Cumhuriyet aydınının arayışlarının ifaleri oldukları kadar devlet adamlarının, siyasi ve bürokrat yapılanmalarının da bir nevi izdüşümüdür.

Üç tarz-ı siyasetin emperyal vizyonunun Cumhuriyet kurma ve geliştirme aşamasında nasıl Anadolu’yu kurtarmak ve reel-politik zemine oturmak kısıtına dönüştüğünün ama buradan da bir yeni vizyon ve misyon çerçevesinin zuhur edebileceğinin güvenini onda bulabiliriz. 

Gökalp’ın benim düşünce dünyamın şekillenmesinde de ayrı bir yeri var. Bizim kuşak da kendi döneminde üç tarz-ı siyasete bölünmüştü. Her üç siyaset tarzında da önde olan kimi akrabalar ve aydınlarla tartışma ortamı buldum. Gökalp ve Türkçülük ekolünün yeni versiyonlarına yakın olmakla birlikte onun ve çağdaşlarının yaşadıkları bizim de karşılaştıklarımızla birlikte öteki siyaset tarzlarının gerekçelerini ve varlık sebeplerini de anlamamıza önayak oluyordu. Kemalizm, Anadoluculuk, Milli Demokratik Devrim, Sosyalizm, Milliyetçilik, Komünizmle Mücadele, İslamcılık, Büyük Doğuculuk tanımaları, tartışmaları… Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Atsız, Galip Erdem, Seyit Ahmet Arvasi, Cemil Meriç ünsiyetleri… yaşadığımız gençlik olayları ve Türkiye’nin fikrî olarak tazelenme çabaları…  

Rahmetli babam, bana daha ortaokul yıllarında iken Ziya Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları’nı; yine aynı yıllarda Mehmet Âkif’in Çanakkale Şehitlerine adıyla meşhur, Asım kitabından “Şu boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?” mısraıyla başlayan ve “Kahraman Ordumuza” ithaf edilen şiiriyle Bülbül adlı şiirini İstiklâl Marşımızın yanında ezbere okuduğum için hediye etmiş ve babasından intikal eden İstiklâl Madalyasını da göğsüme takmıştı. O günden bugüne, annemin dizlerinin üstünden eksik etmediği Kur’an-ı Kerimle birlikte Safahat, Türkçülüğün Esasları ve İstiklâl Madalyası ceddimin bana “emanet”leri olarak dâvamı tarif eden aslî unsurlardı. Nedense bunları birbirinin mütemmimi saydım. O yüzden daha çocuk yaşlarımdan itibaren kim ki, İslâm’dan ayrı bir Türk veya Türkçülük çizdi karşı koydum; kim ki Türk’ün toprağında Türk’ün olmadığı bir İslâm çizdi şüpheyle baktım. Kur’an-ı Kerim ile İstiklâlimi ve İstiklâl Madalyamı birbirinin karşısına getirenlere “it” kadar itibar etmedim. 

Baştan beri gördüğüm her politik harekette ayrışmalar üzerinde duranların hep yükseldiği olmuştur; buna rağmen Anadolu’nun terkibine uygun; şa’şaadan ve tantanadan uzak ama her dem “başını bir gayeye satan kahraman” olmaya namzet hazır ve nazır olmayı şiar edindim. O yıllardan bugüne tam 35 yıl geçmiş... Bunun çeyrek yüzyıla yakın süresi bilfiil benim de yazdığım, konferans verdiğim, tartıştığım bir dönem ve ilk yazmağa başladığımdan bugüne yazdığım mevkutelerde tiraj bakımından sürekli azalma gözlense de bu terkîbî yaklaşımdan asla taviz vermeyeceğim. Böylesi birlik projesi sahipleri % 1’lerde gezinse de, tarihî vazifeleri istikametinde toplumun harcı olmayı sessiz sedasız sürdürmelidirler.

Bu cümleleri kendime bir pay çıkarmak için değil de, bu otuz beş yıl boyunca hep kendimden endişe etmişliğimden dolayı çektiğim sancıları bugün paylaşan çok değerli milliyetçi düşünürlere işaret etmeğe başlayacağımdan sarf ediyorum.

Öteden beri Ziya Gökalp’i sevmişimdir ama onun hep “intihar” sahnesini kurgulamışımdır. Devlet-i Âli çökmektedir. Batı, “Şark Meselesi” etrafında yeni dünya düzeni sahneye koymaktadır. Modernleşme hamlelerimiz 2. Mahmud’dan bu yana hep çözük kalmış; proje medeniyet tartışmalarına gelip dayanmıştır. Aslında Meşrutiyet’ten bu yana da en İslamcımız bir anlamda Batıcı değil midir?

Gökalp’in Müslüman olduğuna kuşku yok, ama formülasyonu pek sarmıyor. Bu nasıl Türkçülük, nasıl Müslümanlıktır ki, Batıcılık “devrimci” bir edayla ortaya konmaktadır?... Gökalp ile Mehmet Âkif’i İttihat ve Terakki merkezinde buluşturmak istemişler... yoksa o buluşma vaki olsaydı, bugünkü çözüklüğümüz bu raddede olmaz mıydı?

Gökalp çizgisinde başlayan Türkçülüğüm, İslamcılık ve sosyalizm ile renklendi. Orada Âkif de dimdik duruyor. Anadoluculukla Kemalizmi buluşturabilir miyim? Rahmetli babamın şâir olmaya heves ettiğim ilk gençlik yıllarında “Âkif’le Fikret’in sentezini yap oğlum” tavsiyesine uyulabilir mi?

Anladığım, Marks’ın Hegel’i tersyüz edişi gibi milliyetçi çizgi de yüzyıl önceki kurguyu yanlışından kurtararak tersyüz etmeli ve kültür ile medeniyet telakkileri doğru bir daireye oturtulmalıdır. 

Sonra Erol Güngör Hoca ile aynı gazetede mesai... Gökalp çizgisi ilk eleştirel yatağını bulmuş... Bu yüzden 12 Eylül öncesi gençlik, o kadar herc ü merc’e rağmen onu tanıdı, kavradı... Ya bugün bir eli yağda bir eli balda gençlik niçin klasik müzelik milliyetçiler peşinde de bir Yılmaz Özakpınar’dan haberli değil?... Neden yoksa gençlikle köprübaşı gençler artık yetişmiyor mu? Yoksa bütün gençlik ocakları siyasetin paravanası ve payandası kılınarak hiçbir felsefî kaygu tışamaz hale mi getirildi?

Bugün bir şiirini okutmakla siyasi yasaklı kıldığı lideri iktidara taşıyan süreç ve ardından “medeniyet değiştirme” projesinin de yine ona ihalesi, yoksa o, “bilim adamı ve ülkücülüğü” buluşturan Gökalp’ın ruhunun eseri miydi?

DAĞARCIK:

GÖKALP’in yüz yıl önce; ülke, yedi düvelle savaşırken, bir savaş sosyolojisine başvurması ve Durkeim’e başvurması makul bir milliyetçilik sapmasıdır. Zira sen ben yok biz varız şuuru lazımdı. 70’li yıllarda onun izini süren bir başka sosyoloğumuz Erol Güngör’ün de Weber’ci sapması yine bir sapmadır ama o da dönemine göre makuldür zira Marksizm gemi azıya almıştır. İkisi de organiktir ama devridir. İman meselesi değildir. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
Lütfü Şehsuvaroğlu Arşivi