Lütfü Şehsuvaroğlu

Lütfü Şehsuvaroğlu

Korku ve İçgüdü Asrı: 2 Stratejik Sosyolojimiz

Korku ve İçgüdü Asrı: 2 Stratejik Sosyolojimiz

Dünkü yazımızda küresel meselelere parmak bastık ve bunların hangilerinin ne kadar gerçek gündemi teşkil edeceğini tartıştık. Bu küresel gündeme karşı kendi kültür ve medeniyet coğrafyamızdan nasıl bir duruşa ve geleneğe sahip olduğumuzu da ele aldık. Bunda yüzyıl önceki Gökalp’in stratejik sosyolojisinin payı büyük elbette.

KÜLTÜR VE MEDENİYETİ ANLADIK MI?

Ziya Gökalp Üç Tarzı Siyaset’in Yusuf Akçura’dan (daha doğrusu Hüseyinzade’den) devraldığı boyutunu yeni Cumhuriyetin teorisyeni olarak kültür-medeniyet ayrışması üzerine bina ediyordu. Dolayısıyla Osmanlı’yı ortadan kaldıran Şark meselesi projesinin Çanakkale dramı ve o büyük cihadı, bütün Osmanlı sonrası Cumhuriyet neslinde “tek dişi kalmış medeniyet, kahpe medeniyet”, “Medeniyet denilen kahpe hakikat yüzsüz” kanaati milli sairden başlayarak bütün Türk milletinin ortak vicdanı haline gelmişken; nasıl olurdu da büyük cihadı gerçekleştirdiği, kurtuluş savaşı verdiği o kahpeye karşı sonradan âşık olabilir ve bu aşkıyla ne kadar mukaddesi varsa zelil ederdi? Elbette ki ancak medeniyeti teknoloji, nötr kuvvetler, beynelmilel maharetler olarak ifadelendirmek zarureti vardı. Medeniyetin aynı zamanda bir “üst kültür”, bir “yaşam şekli”, bir “değerler manzumesi” olduğu asla Cumhuriyetin ilk yıllarında dile getirilmedi, itiraf edilmedi.

Medeniyet, otomobildi, traktördü, trendi, üretim teknolojileri, ulaşım vasıtaları, silahlar, uçaklar vb. adet-edevat, bilgi veya bilim olabilirdi. Medeniyet kimsenin tekelinde değildi. Çağdaş uygarlık düzeyi idi. Medeniyet ülkeden ülkeye geçer ve herkes ondan faydalanırdı. Kalkınmak, ilerlemek, ileri ülkelerle başetmek için medeniyeti olmak gerekti. Ama gümrüklerden onu sokarken milli kültür süzgecinden geçirecektik. İstediğimizi alabilir, istemediğimizi almazdık. Bu tamamen bizim irademize bağlıydı. Harsımızı, millî kültürümüzü muhafaza edebilir, kimliğimizden asla taviz vermeden bizi medeniyet seviyesine ulaştıracak her türlü ihtiyacımızı tedarik edebilirdik. Medeniyeti ilim diye anlama çerçevesi zaten dinî argümana da dayandırılabilirdi. Öyle ya Hz. Muhammed “İlim Çin’de olsa alınız” buyurmuyor muydu? Medeniyet seviyesinin kültürel ve üstünlük anlamına gelmediği açıktı. Kültürümüze toz kondurmazdık. Türk ve Müslüman olarak tarihten bize kalan maddi-manevi tüm mirasa sahiptik ve onlar bizim üstün değerlerimizdi. Medeniyetin bizi yendiği ortada idi, o halde biz de bizi yenenlerin medeniyetine sahip olacaktık o kadar... Medeniyet seviyesi ve kültürel miras açısından bocaladığımızı hemen hissetmedik. Medeniyetlerin hep varolduklarını, manevi müesseselerinin maddî müesseselerinden daha çok olduğunu da...

Medeniyet seviyesi ve kültürel miras karşılaştırılacaksa eğer o da M. Kemal’in “millî kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız” iddiasına dayanan bir kendine güven psikolojisi içinde bunun gerçekleştirilmesinden başka ne olabilirdi ki?..

Şimdiki Kemalizm’in bu nüansı bile koyamadığı ortada... Atatürk ve Gökalp millî kültürümüzü elbette ki medeniyet mukayesesinde önde tutuyorlardı. Medeniyet bir zorunluluktu ve kültür vazgeçilmezdi, medeniyet dışsal şartların bize gösterdiği bir varolma aparatı idi kültür ise asla terk edemeyeceğimiz içsel duyarlılığımız, varlığımız, kimliğimiz...

Bizim için 20 yy. bu dilemmanın yaşandığı bir yüzyıldı. Milli kültürümüz ve muasır medeniyet seviyesi...

Bizim de 20.yüzyılımız, 19.yy’dan bütün dünyada olduğu gibi yarım kalmış meselelerin devralındığı bir dönüm, dönemeç ve bazen kısa, bazen uzun bir devirdir.

Üç Tarz-ı Siyaset bir türlü evrensel-cihanşümul bir düşünme tarzına bir felsefeye ulaştırılmamış; devlet-i ali’yi kurtarma gayretinin ifade şekli olagelmişlerdir.

Bu üç düşünce-siyaset tarzının yatay düzlemde liberalizm, muhafazakârlık ve sosyalizm gibi daha yaygın ve daha evrensel benzeşmeleri teati edilip zenginleştirilip vurgulanabilecekken dikey düzlemdeki ayrımlar tebarüz ettirilmiş; bariz sıkıntılar da insandan çok devlete yönelik olduğundan devleti koruma ve kollama aşkına fikirlerin kullanılması geleneği yerleşmiştir.

Fikirlerimiz devlete koruma ve kollama alışkanlığından kurtulduğu ve cihanşümûl olduğu zaman gerçek “kızılelma” ufukta belirecektir.

AYAKTA KALMA STRATEJİSİ

Medeniyetin kültürden ayrılamayacağını, kültür ve medeniyet ayrımının gelişmesi durdurulmuş toplumlar için kendi kendini kandırmaktan başka bir işe yaramadığını geç anladık. Hâlâ da anlamayanların kahır ekseriyette olmaları ve daha çok bürokratik yapıyı işgal etmeleri yaşanan idrak gecikmesinin daha sancılı olmasını sağlamaktadır.

Ziya Gökalp’in “ayakta kalma stratejisi” olarak geliştirdiği kültür-medeniyet ayrımı yaparak zımnen batı medeniyetinin üstünlüğünü ve ona teslimiyeti ifade etmektedir ama bir karşı duruş da ihtiva etmektedir. Bu strateji, Batı’ya “sen güçlüsün ve ben bunu teslim ediyorum fakat hayat görüşüm, felsefem, inançlarım, değerlerim senden üstündür ve ben bu kimliğimi, farklılığımı muhafaza edeceğim” demektedir.

Yeni Cumhuriyetin yükseldiği ulus-devlet çizgisi ve kültür-medeniyet farklılaşmasına dayanan konsepti Batı’nın zaten Osmanlı’nın çöküşüyle tatmin olan yüzünün bu yorgun ve mağlup ama hâlâ mağrur olan imparatorluk bakiyesi ya da kazıntısı insanlara hoş gelmesine yol açtı ve bunun sonucu olarak da eski düşmanlar daha ziyadesiyle dostluk gösterilerinde bulundular ve dost-müttefik söylemleri geliştirdiler. Ama M. Kemal, Attila İlhan’ın da ısrarla vurguladığı gibi hiçbir zaman emperyalist Batı’ya bugünküler gibi tam teslimiyet içine girmedi hiç olmazsa söylem olarak buna asla tevessül etmedi. O’nun ağzından asla bugünküler gibi % 100 Batı medeniyetine iltihak heveskârlığını terennüm eden bir vecize çıkmadı.

Cumhuriyet filmindeki M. Kemal o yüzden millet tarafından beğenilmedi ve millet bu Atatürk’e hiç benzemeyen tiyatrocunun milletinden tamamen kopuk tavırlarını Atatürk’e yakıştırmadı. Atatürk hiç “Varlığının ve mevcudiyetinin yegâne temeli budur” der miydi? “Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur” sözü nasıl olurdu da varlığının ve mevcudiyetinin diye aynı anlamda iki kelimenin peşpeşe sıralandığı bir herzeye dönüşürdü. Konumuz tabii ki Cumhuriyet filmi değil fakat yüzyılın son yılında yapabildiğimiz ve övünçle ekranlara taşıdığımız yegâne yakın tarihi değerlendiren yapım o... Hâlâ Atatürk’ü, dönemini, düşünce akımlarını anlayabilmiş değiliz.

YİRMİNCİ YÜZYILI ANLAMADAN YİRMİ BİRİNCİ YÜZYILI YAŞAMAK

100 yıl öncesinin fikir akımları bile bugünkülerden daha seviyeli ve hiç olmazsa kendi inançları çerçevesinde samimi idiler. Ne yazık ki buna rağmen bu toprakların hem bugünkü, hem o zamanki fikirleri ne yazık ki evrensele kanat çırpamamış yerel arayışlar olarak kalmıştır.

20. yüzyıl tarihimiz korku ve vehimlerimizin tarihidir.

Yirminci yüzyılı anlamak temel aldığımız bakış açısına göre değişik başlıklarla bütüncül bir çerçeveye ve ona bağlı olarak bir tarihe sıkıştırılabilir.

20. yy. Batı’nın 19. yy’da geliştirdiği “şark meselesi”nin netice aldığı bir yüzyıldır. Böylece Osmanlı İmparatorluğunun dağılması ile başlayan bu yüzyıl, 21. yy eşiğinde bölgesel bir irade haline geldiği Clinton tarafından da “onay”lanan dönemeçte beklenen değişime uğrayacaktır. Dolayısıyla 20. yy. global çerçevede 1850’lerden sonra pişirilmiş krizlerle 1. Dünya Savaşı’na kadar uzanan bir uzun hazırlık dönemine sahiptir; yerel çerçevede de Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kadar uzanan maceradır bu başlangıç dönemi... Bu yaklaşım 20. yy.’ın çok uzun bir yy. olduğunu benimsemektedir. 2000’li yılların başlarında da devam edeceğe benzemektedir.

Başka bir yaklaşım ise 20. yy.’ın çok kısa olduğu ileri sürmektedir. II. Dünya Savaşı’nın bitiminden 1945’den başlamakta ve Berlin Duvarı’nın yıkılması ile de nihayete ermektedir. Bir anlamda soğuk savaşa, Birleşmiş Milletler’e, iki kutuplu Dünya’ya; Bloklaşmalara, bölünmelere, birleşmelere dayanmaktadır.

Diğer bir bakış açısı ise uzay çağıdır, uçmak ve aya ayak basmak çağıdır. İlk uçuşun yapıldığı 1903’den başlar veya haberleşme çağıdır. 1901’deki Marconi’nin mors alfabesine dayanır; Sinema’dır, TV’dir, Bilgisayar’dır, İnternet’tir. Einstein çağıdır; me2’dir; Hiroşima’dır, denizaltıdır.

İdeolojiler çağının zirveye eriştirildiği ve bunun da sonunun hazırlandığı bir yüzyıl aynı zamanda 20. yy.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Lütfü Şehsuvaroğlu Arşivi