Dr. Erbakan Özal

Dr. Erbakan Özal

Suriye’deki Paylaşım Savaşı-II: Suriye Bu Duruma Nasıl Geldi?

Suriye’deki Paylaşım Savaşı-II: Suriye Bu Duruma Nasıl Geldi?

Soğuk savaş (1945-1989) sonrası dönemde Batı, düşman kuvvetlerinin rengini kızıldan yeşile çevirmiş, Doğu Bloğu’nun yerine İslam Bloğu’nu koymuştu. Doğu Bloğu’nun lideri Sovyetler Birliği (SSCB)’nin güçlü olduğu dönemlerdeki paylaşım anlaşmalarının etkisiyle örtülü bir şekilde yürütülen emperyalist sömürü dünya düzeni, SSCB’nin dağılmasından sonra (1991) olabildiğince aleniyete dönüştü ve özellikle İslam dünyası üzerinde odaklaşmaya başladı.

Dolayısıyla soğuk savaş sonrası dönemde, eskinin Doğu-Batı rekabetine yön veren güçlerin lider ülkeleri arasında ve herbir eski bloğun kendi güçlü üyeleri arasında yaşanmakta olan rekabet örtülü hale büründürülürken, asıl hamleleri ile paylaşım mücadelelerini İslam dünyası üzerinde yoğunlaştırmaya başladılar. Böylece, her ne kadar asıl hesaplaşma ya da mücadelenin “radikal İslam” ve “İslamcı terörizm” ile yapıldığı izlenimi oluşturulmaya çalışılıyorsa da, gerçekte Osmanlı coğrafyası üzerinde yeni bir paylaşım mücadelesi yürütmektedirler.

İşte böylesine bir doyumsuzluğa ve gözü dönmüşlüğe bürünmüş bulunan hakim güçler arasındaki rekabete konu ‘kurban’ hiç kuşkunuz olmasın ki İslam dünyasıdır. Pek tabii olarak İslam dünyası, Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden silinmesinden sonra tamamen başsız ve güçsüz kalmış olduğundan bu yana, ilk defa bu derece kapsamlı bir biçimde, paylaşımda uzlaşma ya da anlaşma aşamasına gelmiş bulunan güçlü devlet ve yapıların paylaşımına muhatap olmaktadır.

Öyle ise, söz konusu edilen yeni paylaşım dönemi bağlamında sürece bakılacak olunursa eğer, Suriye’nin içinde bulunduğu perişan durumun mahiyeti kolaylıkla anlaşılabilir. Sistem öylesine kompleks bir hale getirilmiş ki, ‘üst taraftan suyu bulandıran güçlü yapılar, bulanık suyu kullanmak zorunda bırakılan alttaki zayıf yapıları kâh suyu bulandırmakla kâh bulanık suyu kullanmakla suçlayarak’ saldırıya geçip işgal edebilmeleri için gerekli her türlü ikna edici bahaneyi kolaylıkla üretebilmektedirler. 

Tüm bu felaket senaryolarıyla ilgili söylem, eylem ve oyunlar karşısında İslam ülkeleri, örgütleri, liderleri, halkları ve kuruluşları ne yapıyorlar dersiniz? Tabii ki bizim özellikle “saf” İslam ülkeleri, örgütleri ve liderleri ise, tüm bu katakulliler karşısında bizzat boyun sunmaktan öte hiçbir şey yapamamaktadırlar. Zira emperyal güç yapılanmaları öylesine kılcallara yerleştirilmiştir ki, kendinizden sandıklarınızın aslında baş ihanet aktörleri olduğu ortalık yatıştıktan sonra ancak zar zor anlaşılabiliyor. Örnek mi? Saddam Hüseyin ve körfez savaşında savaşmadan Irak’ı her cepheden ABD liderliğindeki koalisyon güçlerine teslim eden Irak Ordusu’nun komutanları gerçekte kimin hesabına çalışıyorlardı? Bu konuda yazıp çizilenlere bakılınca çok şeyler anlaşılabiliyor…

Öyle ise, sahiden Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi gibi sözde kahramanlar öldürüldüler mi, yoksa yüzleri değiştirilerek başka hizmetlerin başında (mesela DAEŞ) yeniden kullanılıyorlar mı? Şayet yaşamıyorlarsa ve kullanıldıktan sonra icaplarına bakılıyorsa, bu gibi kişilerin kullanışlı olmalarıyla ilgili ciddi sorunlar çıkar. Aynı şüphe uyandırıcı durum belki de Beşşar Esad ve çok daha samimi bildiğimiz değişik İslam ülkelerinin liderleri için de geçerli olabilir. Durum böylesine karışık, anlaşılmaz ve inanılmaz boyutlarda bize yabancı olduğuna göre, Suriye’nin bu duruma nasıl geldiğiyle ilgili olarak kesin bir şey söylemek elbette mümkün değildir!!!

Ancak bize gösterilenlerden anladığımız kadarıyla; güya Arap Baharı (!) adım adım tüm Osmanlı coğrafyasını sararken, Suriye de Mart 2011’den itibaren bundan nasibini almış ve ülkede iç karışıklıklar başlayıp kontrolden çıkan bir aşamaya gelmiş. Daha sonra da, sırtlanların leşe üşüştükleri gibi, küresel güç odaklarıyla bağlantılı iç ve dış odakların her biri pay kapma yarışına tutulmuşlar. Ondan sonra da tut tutabilirsen aslanları, kaplanları, sırtlanları, yılanları, çiyanları… Yine olan ise masum halka oldu...

Buradan açıklıkla belirtmek isterim ki; Suriye bugün bu perişan hale getirildiyse eğer, bu duruma düşürülmesinde Türkiye, İran, Pakistan, Malezya, Endonezya, Mısır ve Suudi Arabistan’ın çok büyük sorumlulukları vardır. Eğer bu yedi ülke ve dolayısıyla bunların etkisi altındaki İslam İşbirliği Örgütü üzerlerine düşen sorumlulukları hakkıyla yerine getirmiş olsalardı, Suriye, kolaylıkla böylesine bir korkunç paylaşım savaşının içerisine düşürülemezdi belki de... 

Dikkat edin; Afganistan ve Irak’ın paylaşım savaşlarına konu edildikleri dönem ile Suriye’nin paylaşım savaşına konu edildiği zaman, ortam, koşullar, atmosfer ve konjonktür birbiriyle aynı değildir. Afganistan ve Irak’ın paylaşım savaşına konu edildikleri en zor dönemde Türkiye, tüm riskleri göze alarak, 1 Mart 2003 tezkeresini TBMM’nde reddetmiş ve tüm İslam topluluklarını kendilerine getirmişti. Fakat 2011 yılına gelindiğinde Batı’nın gücü her bakımdan zayıflamış ve Pakistan hariç, ismini zikrettiğim diğer 6 İslam ülkesi ise eskiye nazaran daha güçlü konuma gelmiş olmalarına rağmen, Suriye’nin kurban edilmesinin önüne geçememişler ve hatta bizzat bu sürece destek vermişlerdir. Öyle ise, bende oluşan kanaatle ben de diyorum ki; Suriye’nin günahı bu ülkelerin sorumlularına yeter de artar bile… Varsın ahirette hesabını versinler!..

Burada önemle ve özellikle üzerinde durulması gereken şu hususlara dikkatlerinizi çekmek istiyorum:

a) ABD liderliğindeki Batı ve dolayısıyla NATO, önlerindeki bir plan ve programa uyarak, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)’nin bir gereği olarak, adım adım Osmanlı coğrafyasındaki ülkeleri parçalama çalışmalarının bir parçası olarak şimdi Suriye’de iş başı yapmış bulunuyorlar. O nedenle, Suriye’nin sürüklenmiş olduğu bu perişan durumda şaşırılacak bir şey yoktur.

b) İslam ülkelerinin en güçlülerinden biri ve Osmanlı Devleti’nin yegâne varisi konumundaki Türkiye, Aralık 2010’a gelindiğinde, neredeyse kendisinin eyaleti haline getirmiş olduğu Suriye’nin iç karışıklıklara sürüklenmesine niçin taraf olmuştur? Bu durum, Türkiye’nin ciddi anlamda görünmez ve anlaşılmaz bir biçimde kuşatıldığı izlenimini vermektedir. Bu kuşatılmışlık psikolojisinin perde gerisinde tehdit ve şantaj gibi nedenler mi, yoksa başka bir şeyler mi var, bunu net bir biçimde ortaya çıkarmak mümkün görünmüyor.

c) Bölgedeki Kürt örgütü görüntüsü veren ve aslında tamamen Batı ve dolayısıyla İsrail’in taşeronu izlenimi oluşturan yapılar, önce Irak’ta, şimdi Suriye ve Türkiye’de, yakın bir gelecekte de İran’da tehlikeli bir oyuna dahil olarak, bölgenin yüzlerce yıl sürebilecek bir düşmanlık ve hesaplaşmalara sahne olmasına neden olmaktadırlar. Bu noktada İran, Türkiye, Suriye ve Irak birlikteliği çerçevesinde kapsamlı bir çalışma yürütülmediği takdirde, geri dönülmesi çok zor bir sürece doğru sürüklenmekte olduğumuz hiçbir şekilde unutulmamalıdır. Bu durum Suriye’nin iç karışıklıklarına hiç mi hiç benzemez!..

d) İran, nükleer müzakerelerin anlaşmayla sonuçlanmasından sonra tamamen Batı’nın yönlendirmelerinin etkisi altına girmiştir. İran medyasının son aylarda Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ı hedef seçmekte olmasını bu çerçevede değerlendirebiliriz. Tüm kapsamlı operasyonlara rağmen, hâlâ daha ayakta duran Sayın Erdoğan’ın İran medyası tarafından da hedef alınması bu değerlendirme bağlamında oldukça manidardır. Dolayısıyla, Suriye’deki menfaat paylaşımına alet olan İran’ın ivedi bir şekilde uyarılması gerekmektedir.

e) Suudi Arabistan, çeşitli kesimler tarafından, öteden beri “küçük Amerika” olarak isimlendirilmektedir. Tüm bu isimlendirmelere rağmen ben, Suudi Arabistan’ın, örtülü bir şekilde de olsa çok büyük hizmetler yaptığına inananlardanım, tıpkı Pakistan ve İran ve de diğer güçlü İslam ülkeleri gibi. Fakat Suriye’nin paylaşım savaşında Suudi Arabistan, tıpkı İran gibi ciddi anlamda oyuna getirilmiş ve kardeş kavgasının içinden çıkılmaz bir noktaya tırmanmasında sorumluluğu olmuştur. Öte yandan, Suudi Arabistan medyasının da son dönemlerde acımasız ve düşmanca bir şekilde Sayın Cumhurbaşkanımızı hedef seçmiş olmaları, Sayın Erdoğan’ı henüz istedikleri gibi kontrol altına alamamış derin yapıların Suudi Arabistan’ı bu noktada da kullandıklarını göstermektedir. Öyle ise, Suriye’deki iç hesaplaşmanın domino etkisini ortadan kaldırabilmek için, kutuplaştırıcı yaklaşımlara rağmen, İslam ülkeleri ile halklarının uyandırılması için gerekli tüm ikna edici girişimlerimizi sürdürmekten hiçbir şekilde yılmamalıyız.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
Dr. Erbakan Özal Arşivi