Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Hayvanları koruma bâbında

Hayvanları koruma bâbında

4 Ekim “Dünya Hayvanları Koruma Günü”dür. Bu münasebetle, Avrupa’da değil hayvan hakları, insan hakları dahi söz konusu değilken, Sultan III. Murad’ın, hayvan haklarına ilişkin olarak yayınladığı bir fermanı günümüz Türkçe'siyle sunmak istiyorum:
“Hamalların taşımacılıkta kullandıkları at ve katırlara taşıyamayacakları miktarda yük yüklediklerini duydum. Hamallar kethüdasına buyurdum ki: Bundan sonra hiçbir at ve katıra taşıyabileceğinden fazla yük yükletmeyesin. At ve katırların beslenmelerine, nallarına ve semerlerine dikkat edilmesi için gerekli tedbirleri aldırasın. Hiçbir hamala, semtlere göre belirlenen ücretten fazla bir şey talep ettirmeyesin. Yakın semtlere ücreti az diye taşıma yapmak istemeyenleri ve belirlenen ücretten fazla bir şey isteyenlerin isimlerini diğerlerine ibret olması için yazıp bildiresin ki, gerekli ceza verilsin.”
Hayatın yalnız insanlara ait bir imtiyaz olmadığı, hayvanların ve bitkilerin de aynı dünyada yaşama hakları bulunduğu görüşü Osmanlı insanına ve Osmanlı sarayına hâkimdi. O kadar ki; hayvanat ve nebatata (hayvanlara ve bitkilere) Osmanlı insanının gösterdiği yakınlık, kurduğu ilgi bağı pek çok Avrupalı gezgini hayrete düşürmüş, bugün sözün tam mânâsıyla “çevrecilik” olarak isimlendirilebilecek bu durum karşısında hayretlerini ifade etmekten kendilerini alamamışlardır.
Mesela bunlardan Osmanlı askeri teşkilatını Avrupa'ya tanıtmasıyla ünlü Comte de Marsigli, hayretini şu şekilde dile getiriyor: “Şunu da itiraf etmeliyim ki; Müslüman Türkler, bu dindarâne hareketlerinde biraz fazla ileri gitmektedirler. İyiliklerini yalnız insan cinsine hasretmekle kalmayıp, hayvanlara ve hatta bitkilere bile teşmil ederler (yayarlar).”
Ünlü Fransız yazar ve şair Lamartin’e şöyle diyor: “Türkler canlı ve cansız mahlûkatın hepsiyle iyi geçinirler: Ağaçlara, kuşlara, köpeklere, velhasıl Allah’ın yarattığı her şeye hürmet ederler; bizim memleketlerde başıboş bırakılan veyahut eziyet edilen bu zavallı hayvan cinslerinin hepsine şefkat ve merhametlerini teşmil ederler. Bütün sokaklarda mahalle köpekleri için muayyen (belirli) aralıklarla su kovaları sıralanır; bazı Müslümanlar, ömürleri boyunca besledikleri güvercinler için, ölürken vakıflar kurarak, kendilerinden sonra da (güvercinlerine) yem serpilmesini sağlarlar.”
Şimdi gelin Elisee Recus’u dinleyelim: “Osmanlılardaki iyilik duygusu, hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır... Türklerle Rumların karışık olarak yaşadığı köylerde ise bir evin hangi tarafa ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. Eğer evin bacasında leylekler yuva yapmışsa, bilin ki o ev bir Türk evidir.” (Küçük Asya. c. 9).
Sıra Fransız hukukçu ve yazar Guer’de: “Hayvanları beslemek için, Osmanlıların vakıfları ve ücretli adamları vardır. Bu adamlar sokak başlarında sahipsiz köpeklere ve kedilere et dağıtırlar...”
Yazar, hayvanlara ve bitkilere yönelik bu ilgiyi oldukça “fazla” bulmakla kalmıyor; çevre bilincinin Avrupa’da oluşmadığı dönemlerde çevreye karşı son derece duyarlı davranan Osmanlı insanını “delilik”le suçlamaktan da kendini alamıyor.
“İstanbul sokaklarındaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür...”
Ve bugün bile akıllara durgunluk veren bir gerçeğin altını çiziyor:
“Osmanlı Devleti’nde kasaplar her gün belirli sayıda kedi ve köpek beslemekle yükümlüdürler… Şam’da (Şam o tarihte bir Osmanlı kentidir) hastalanan kedilerle köpeklerin tedavisi için bir hayvan hastanesi mevcuttur.” (Moeurs et usages des Turcs).
Şimdi de 17. yüzyılda Osmanlı Devleti’ni gezen ve anılarını “Les voyages du sieur Du Loir” isimli bir seyahatnamede toplayan meşhur Fransız gezgin Du Loir’den birkaç tespit aktaralım:
“Türkiye’nin bazı şehirlerinde kediler için özel binalar yapılmış, onların hizmetine bakıcılar verilmiş, hatta tedavileri ve beslenmeleri için vakıflar vücuda getirilmiştir. Bunları görüp de kahkaha ile gülmeyecek bir Avrupalı düşünülebilir mi?”
Du Loir şöyle devam ediyor:
“Atları ağır yüklerden kurtarmak suretiyle gösterdikleri insaniyeti ve Türk adliyesinin hayvanlara taşıyabildiklerinden fazla yük taşıtanlara karşı o yükleri kendi sırtlarında taşıma cezasını tayin eden kararlarını yerecek değilim, ama birçok kibar adamın büyük meydanlarda kediler için ciğer vb. satan kebapçı dükkanlarından kebap alıp dağıtmalarını tamamen gülünç sayarım. Herhalde Türkler o nankör hayvanlara (kedilere) karşı o kadar şefkat göstereceklerine, insanlara son derece sadık olan ve gördükleri iyilikleri hiçbir zaman unutmayan köpeklere karşı biraz daha müşfik olsalardı, daha doğru hareket etmiş olurlardı.”
Belli ki dostlarım, “Vahiy Medeniyeti”nden kopuşumuzun zararı sadece insanlara değil, hayvanlara, hatta bitkilere de dokundu…
Görüldüğü üzere, Osmanlı ceddimizin hayat tarzında “şefkat” duygusu âdeta müesseseleşmiş, neredeyse tüm devlet “vakıf devlet”e, tüm millet “vakıf millet”e dönüşmüştü…
Şimdi anlıyorum ki; Osmanlı olmak, hayatı yaradılış hikmetiyle birlikte idrak edip, o idrak istikametinde Allah’a ulaşmakmış…
Anlıyorum ki, Osmanlı olmak, “Canlı cansız bütün varlıklar Allah’ı tespih eder” anlayışını hayata hâkim kılmakmış.
Bu yüzden Osmanlılar, yalnızca insanın yaşama hakkına saygı gösterip mutlu olmasını esas almadılar, hayvanların ve bitkilerin de “oluş” hakkına ve yaradılış hikmetine bağlı yaşadılar.
Hızlı gelişimlerini, böyle duyarlılıklara borçlu olabilirler mi dersiniz?..

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi