Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Üf üf üf!..

Üf üf üf!..

Daha çekler tahsil edilecek...
Borçlar ödenecek...
Borsa ile karaborsa buluşturulacak!
Yeni yatırımların fizibilitesi çıkarılacak...
Yeni ortaklarla yemek yenecek...
Yeni tesisin temelinin atılması için Başbakan dâvet edilecek...
Hazır gelmişken, şu yeni ihale işi de bağlanacak...
Banka ile kredi anlaşması imzalanacak...
Solda yeni bir parti kurulacak!..
“Global kriz” değerlendirilecek…
Eğer vakit kalırsa, Amerika’nın Ortadoğu politikası üzerine ahkâm kesilecek...
Filistin, Afganistan, Irak kurtarılacak!..

Her gün dünyayı kurtarmak için ne çok çalışıyoruz, farkında mısınız?
Çözemediğimiz, hiçbir zaman çözemeyeceğimiz, sonuçlarına zerre kadar etkimiz olmayacak sorunlarla uğraşmaktan her gün canımız çıkıyor.
Global krize ayırdığımız vakti kendi eşimize ayırmıyoruz…
Amerika’nın Ortadoğu politikası üzerine ahkâm kesmek için harcadığımız zamanı kendi ana-babamıza yahut çocuklarımıza harcamıyoruz.
Hülâsa: Bendeniz küçük işlerin, siz ise büyük işlerin insanınız! Bendeniz kendimi değiştirmekle meşgulken, siz dünyayı değiştiriyorsunuz…
Ama aslında daha mutlu, daha umutlu, daha huzurlu bir hayat yaşamak için dünyayı değiştirmek değil, dünyada hep var olduğu halde acele yaşamaktan dolayı ıskaladığımız bazı güzellikleri fark etmek, hattâ bazen de keşfetmek gerekiyor.
Yani dünyaya değişik bir pencereden bakmayı öğrenmeliyiz.
Hadi hemen bugün eski olumsuzlukları ve eski olumsuzluklardan kaynaklanan bazı kötü alışkanlıkları değiştirip, dünyamıza yeni bir pencere açalım...
Gelin, açtığımız yeni pencereden hayata bir daha bakalım...
Gökkuşağı’nın yedi renginde saklı sınırsız renk cümbüşünü, yıldız sağnağını, mehtabı, gece karanlığına sarınmış sır dolu güzellikleri görelim...
Menekşelere, şebboylara, kasımpatilere, yediverenlere dikkat edelim...
Her güzelliğin bizim mutluluğumuz için yaratıldığını bilerek yaşayalım.
Unutmayalım ki, hayata nasıl bakarsak onu görür, hayata hangi sesi verirsek hayattan o sesi alırız.

Bir kez daha tekrarlayacağım o hikâyeyi…
İlkokul üçüncü sınıfa gidiyordum. Başöğretmen Hikmet Bey apar-topar sınıfa girdi ve girer girmez dedi ki: “Bugün değişik bir şey yapın, çocuklar; eve her gün kullandığınız yoldan değil de, başka bir yoldan dönün.”
Üç kişi dışında kimse bu öğüdü tutmadı. O üç kişinin içinde ben de vardım. Dere yolundan gittim eve. Zor bir yolculuktu, ama değmişti...
Yolun iki tarafı yabani çiçeklerle süslüydü. Yer yer ağaçlar tepede kafa kafaya vermiş, patika yol tam anlamıyla yeşil bir tünele dönüşmüştü. Yeşilin her tonu yol boyu sere serpe uzanmıştı. Bu görüntüyü sulak toprakta yetişen farklı türden çiçekler, farklı kokular, dere kuşları tamamlıyordu.
Tam bir renk ve ahenk armonisinin içindeki notalara dönmüştük. Manzara gerçekten de muhteşemdi.
Ertesi gün, öğretmenimiz, kimlerin değişik yollardan eve gittiğini sordu. İki arkadaşımla birlikte parmak kaldırdım. Karatahtayı gösterdi: “Gel” dedi bana, “gördüklerini arkadaşlarınla paylaş.”
Dilim döndüğü kadar muhteşem güzelliği anlattım. Herkes hayran hayran dinledi. Ve çoğunluk o gün aynı yoldan evine döndü.
En çok neye şaşırdım biliyor musunuz? Hani dere yolunu birlikte kullandığımız iki arkadaş vardı ya: Bunlar ilk teneffüste sağlı sollu kollarıma girip benim bir “palavracı” olduğumu söylemeleri…
Neden biliyor musunuz? Benim gördüğüm hiçbir şeyi görmemişlerdi. Çünkü birbirleriyle çekişip didişmekten, itişip kakışmaktan görmeye fırsat bulamamışlardı.
O gün anladım ki, görebilmek için bakmayı bilmek lâzım…
Ve o gün anladım ki, hayatla kavga eder gibi yaşayanlar, hayatın güzelliklerini ıskalamaya mahkûmdurlar.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi