Devlet, siyaset ve yardım
1950 öncesi CHP iktidarından kalma bir hikâyeyi bugün sizinle paylaşmak istiyorum…
Bu hikâyeyi rahmetli Asiye Teyze’den defalarca dinlemiştim.
Asiye Teyze, bizim köylü bir garibandı. Kocası genç yaşta ölmüş, dört kızı, annesi ve kaynanasıyla dul kalmıştı.
Hiçbir geliri yoktu. Küçücük tarlasına mısır ekiyor, birkaç inek besliyor, tereyağı-peynir satıyor, çocuklarını, mısır unundan yaptığı lapaya (bizim oralarda “papa” derler) ayran katarak beslemeye çalışıyordu.
Gün geldi, Asiye Teyze’nin unu da bitti…
Devir yokluk devri, kıtlık devri, hicran ve zindan devriydi.
Bakkallar da artık veresiye vermez olunca, çaresiz Belediye Başkanı İsmail Efendi’ye başvurdu.
Öksüzleriyle ortada kaldığını anlattı ve yardım istedi.
Aldığı cevap tek kelimelikti:
“Geberin!”
Arkasından ikinci yakıcı kelime geldi:
“Defolun!”
Asiye Teyze, Başkanlıktan korka korka, ürke ürke, çaresizlikten ve öfkeden titreye titreye çıktı…
Bir daha da resmi hüviyeti olan hiç kimseden yardım istemedi.
Günlerce aç kaldı…
Aç uyudu…
Geceler boyu ağladı çaresizlikten.
Köylüler yardım ediyordu, ama yokluk herkesi öylesine sarmış sarmalamıştı ki; verilenler yetmiyordu.
Bereket versin, CHP iktidarı fazla sürmedi.
1950’nin 14 Mayıs'ında devrilip gitti.
İsmail Efendi’nin koltuğuna başka belediye başkanları oturdu. İyi de oldu: Asiye Teyze’ye göre, şu “Yeni gelenler, garip-gurabaya, fakir-fukaraya ellerinden geldiği kadar yardım etmeye çalışıyorlar”dı.
En azından “geber” demiyorlardı.
Ayrıca işler birkaç yıl içinde düzelmiş, ölümcül fakirlik ve açlık bile nefes aldırmaya başlamıştı. Artık köylülerin kursağına ekmek giriyordu.
Karakol-Jandarma korkusu, tahsildar ürküntüsü de kalmamıştı.
“Bunlar Demokratlar” diyordu Asiye Teyze, “bunlar bizimkiler!..”
“Bizimkiler” bazı darbe şaşırtmalarına rağmen, yıllar boyu iktidarda kaldılar. Ama tümüyle “muktedir” olamadılar! Çünkü muhalif kanat, bürokrasiyi arkasına alıp “bizimkiler”i her alanda ve her anlamda engellemeye çalışıyordu.
Yerleşik kurallara göre Cumhurbaşkanı seçtirmiyordu… Anayasa'yı değiştirtmiyordu… Kıyafet özgürlüğünün önünü kapatıyordu… Kimi mahkemeleri harekete geçirip, kimi medyanın kızılca kıyamet koparmasını sağlayarak, hatta Ergenekon avukatlığına soyunarak topluma korku salıyordu.
Öğrenci bursları bu havada güme gitti… (Belediyenin burs dağıtmasını engellediler). Erzak dağıtımı bu havada güme gitti… Kömür-soba dağıtımı bu havada güme gitti... Son olarak Tunceli Valiliği'nin gerçekleştirdiği beyaz eşya dağıtımı da bu havada güme gitti…
Ramazanlarda kurulan iftar çadırlarını da çok engellemek istediler, ama çok şükür şimdilik başaramadılar.
Diyorlar ki: “Belediyeler ve devlet-milletten topladıkları paralarla, fakir-fukaraya yiyecek-yakacak dağıtmamalı, bunun yerine bütçeye para koymalı, tam anlamıyla ‘sosyal devlet’ olmalıdır…”
İlk bakışta “doğru” gibi duruyor; ancak pratikte bir değer ifade etmiyor. Devlet bütçesine giren parayı garibanlara dağıtmak çok kolay değil. Neden derseniz, devletin öyle çok deliği-gediği var ki; eline geçen kaynakları oralarda kullanıyor. Fakir-fukaraya da kala kala “kuru vaat” kalıyor.
Tabiî karın doymuyor, derde deva olmuyor.
Oysa biz “infak kültürü”nün çocuklarıyız! Osmanlı Devleti, tümüyle bir “şefkat, merhamet ve hamiyet” devletiydi… Vakıf müesseseler fakir-fukaranın, garip-gurabanın giyimini-kuşamını, yiyeceğini-içeceğini ve yatacağını sağlardı.
Bu kurumlarda her muhtaç istediği kadar kalır, yer, içer, yatardı. Harçlığını bile alır, insanca bir hayat yaşardı. İmaretlerde her gün binlerce fakir, yüzlerce yolcu karnını doyururdu. Vakıf anlayışı öylesine yaygınlaşmıştı ki; “Kimsesiz Çocukları Gezdirme Vakfı”, “Fakirleri Evlendirme Vakfı”, Kimsesiz Çocuklara Meyve Yedirme Vakfı” gibi ayrıntılar için bile vakıflar kurulmuştu.
Şimdi lütfen hayâl etmeye çalışın… Diyelim ki; kömürünüz yok, alamadınız: Yaşlı ananızla babanız ve tabiî küçücük çocuklarınız evde soğuktan titreşiyorlar. İçiniz kanıyor ama imkânınız yok…
Kara kara düşünerek uykusuz geçirdiğiniz bir gecenin sabahında zilinize basıldığını duyuyorsunuz. Kapıyı açmaya çıktığınızda kömür yüklü bir arabanın (at arabası tabiî) kapınızın önünde beklediğini görüyorsunuz. Arabacı, kömürlerin size ait olduğunu, kardeşiniz Abdullah tarafından gönderildiğini söylüyor.
Bunun bir “din kardeşliği” olduğunu hemen anlıyorsunuz. Karşı mahallenin zengini durumunuzu tespit etmiş ve yardımınıza koşmuştur. Zengin kul ile fakir kul, “infak köprüsü”nde buluşmuş, yürekten yüreğe bir “kardeşlik” dünyası daha kurulmuştur.
Muhalefete şunu söylemek isterim: Pompalanmak istenen etnik ayrımcılığın ve körüklenmek istenen sınıflar arası düşmanlığın kökünü kazımak istiyorsanız, yardımlaşma ahlâkını yeniden inşaa etmeye çalışın, en azından gölge etmeyin.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.