M. Emin Yıldırım

M. Emin Yıldırım

Efendimiz’in (s.a.v) Yahudilerle mücadelesi (4)

Efendimiz’in (s.a.v) Yahudilerle mücadelesi (4)

Efendimiz’in (s.a.v) Medine’ye Hicret ettikten sonra, hâkim güç konumunda olan Yahudilerle nasıl mücadele ettiğini anlamaya, kaldığımız yerden devam ediyoruz. Önceki yazılarımızda genellikle ticari sahadaki mücadelelerinden bahsetmiştik; bu yazımızda ise sosyal hayattaki mücadelenin önemli bir noktasına değinmek istiyoruz.
Yahudiler, kendilerini hep seçilmiş ırk ve kutsal bir millet olarak görür; kendi dışındakileri ise Yehova’nın kendilerine hizmet için yarattığı varlıklar olduğunu kabul ederlerdi. Böyle bir kutsal ırk mantığı onları; Yahudi olunmaz, Yahudi doğulur düşüncesine vardırmıştı. Özellikle anne Yahudi olmadıkça, asla Yahudi olunamayacağı fikri onlarda bir akide halindeydi. Böyle olmasına rağmen, Medine Yahudilerinin bu temel akidelerine aykırı davrandıklarını tarihi kaynaklar bizlere nakletmektedirler. Onların Medine’de, Arap çocuklarını yanlarına alıp Yahudileştirdiklerini, Yahudi olarak onları kabul ettiklerini görmekteyiz. Bunun en temel sebebi ise, bölgeye sığınmacı olarak geldikleri için Araplar üzerinde hâkimiyetlerini kaybetmemek ve bundan siyasi çıkar elde etme adına, dinlerinin en temel akidesinden vazgeçmeleridir. Bu da gösteriyor ki aslında Yahudiler siyasi menfaatler adına çoğu zaman dinlerine ait bazı ilkeleri çiğneyebiliyorlardı.
Bunun en açık iki örneğine tam bu noktada değinebiliriz. İlki; o günün Yesrib’inde en azından isim olarak Araplaşan Yahudiler görmek mümkündü. Mesela Malik b. Dayf, Ka’b b. Eşref, Cebel b. Kuşeyr ve daha onlarcası Yahudi olmalarına rağmen Arap isimleri ile bilinir, Arapça'yı bir Arap kadar güzel konuşurlardı. Yahudilerin böyle Araplaşmış olarak görünmesi tamamen elde edecekleri menfaat ve çıkarlara dayanıyordu. İkincisi ise; kendi isimleri Yahudi oldukları halde baba isimleri Arap olanlar da vardı. Mesela; Samuel b. Zeyd, Şas b. Kays, Rafi b. Harice ve daha niceleri, bunlar da Yahudileşen Arapları gösteriyordu. Yahudilerin, baba ve anneleri Arap olmalarına rağmen, bu Arap çocuklarını yanlarına alıp onları Yahudileştirmeleri ise o günlerde başlı başına sosyal bir acı idi.
Yahudiler, kendileri kutsal ırk olduklarına inandıkları gibi, bölge Araplarını da buna inandırmışlardı. Ne yazık ki Arapların büyük bir kısmı onların seçilmiş, kutsanmış, yani özel insanlar olduklarına inanıyorlardı. Böyle bir inançtan dolayı da bazı Araplar, çocuklarının daha iyi yetişmeleri için, bazıları da çeşitli adaklardan dolayı kendi öz çocuklarını bu Yahudilere teslim ediyorlardı. Hatta birçok Esbâb-ı Nüzûl rivayeti, Bakara 256. ayette geçen “La ikrahe fi’d-din / Dinde zorlama yoktur” ifadesinin böyle sosyal bir olay üzerine nazil olduğunu söylemektedirler.
Efendimiz (s.a.v) Hicret'in 4. yılında Benû Nadir Yahudilerini Medine’den sürgün edeceği sırada Ensar’dan olan bazı hanımlar, Allah Rasûlü’ne (s.a.v) müracaat ederek, bu sosyal durumdan Efendimiz’i (s.a.v) haberdar ettiler ve çocuklarının kendilerine iadesini istediler. Bu olay üzerine inen ayet çerçevesinde Efendimiz (s.a.v) seçim hakkını bizzat çocuklara bıraktı. İsteyenin yanında yetiştiği Yahudi aileleri ile gidebileceğini, isteyenin ise kendi öz anne ve babası ile Medine’de kalabileceğini söyledi. Bu olay üzerine bir kısmı gitmeyi isterlerken, bir kısmı da Medine’de öz anne ve babaları ile kalmayı tercih edeceklerdi. Bu durum da gösteriyordu ki; gerçekten Yahudiler bölgede, Arapların kendilerine olan özgüvenlerini sarsmış, onları büyük bir kimlik kaybına mahkûm edip, kendi üstünlüklerini onlara adeta içselleştirerek kabul ettirmişlerdi.
Efendimiz’in (s.a.v) bölge Araplarının yüzyıllardır kabullendikleri bu sosyal durumu değiştirmesi ve Araplara bir kimlik kazandırtması gerekiyordu. Belki de Efendimiz’in (s.a.v) Yahudilerle mücadelesinin en zor alanlarından bir tanesi bu alandı. Efendimiz (s.a.v) bunu çok iyi bildiği için aslında Hicret eder etmez bu kimliğin yeniden inşaasına başladı. Ama burada çok önemli bir noktaya işaret etmemiz gerekecektir. Allah Rasûlü (s.a.v) Medineli Araplara bir kimlik bilinci oluştururken asla onların mensup oldukları, ezildikleri ve kimlik kaybı yaşadıkları kavimleri ve kabileleri üzerinden bir kimlik oluşturmadı. Böyle yapsaydı, belki işin başında biraz daha kolayca bazı şeyleri hâlledebilirdi. Ama bu ileride telafisi daha da zor olabilecek başka sorunlara yol açabilirdi. Bundan dolayı Efendimiz (s.a.v) aynen Mekke’de yaptığı gibi, kavmiyet üzere bir kimlik değil, din üzere bir kimlik inşaa ediyordu. Onların Arap olmalarının değil, Müslüman olmalarının önemini zihinlerine nakşediyordu. Tabiî böyle bir mücadele çok da kolay olmuyordu. Ama Efendimiz (s.a.v) zor olsa da doğru olanı tercih etmek durumundaydı. Efendimiz (s.a.v) inşaa etmeye çalıştığı bu üst kimlik ile hem Medineli Araplar olan Evs ve Hazrec’i, hem Mekke’den gelen Muhacirleri, hem de Arap olmayan Müslüman unsurları tek bir kimlik etrafında birleştiriyor; Müslüman kimliğini her şeyin üstünde tutuyordu. Böyle bir bilinç özellikle Medineli Araplara yüzyıllardır kaybettikleri özgüvenin yeniden tesisini sağlıyordu.
Bu konuda daha söylenecek çok söz var ama biz bu noktada bu yazı dizimizi nihayete erdireceğiz. Sadece şu önemli hususun altını bir daha çizmek istiyoruz ki; gerçekten değişen hiçbir şey yok; Yahudiler yine aynı, mücadele yine aynıdır. Aynı olmayan tek şey Efendimiz’in (s.a.v) bu Nebevî mirasını doğru anlayıp, oradan doğru bir mânâda ilham alarak bugünün dünyasında mücadele edecek Müslümanca düşünen ve Müslümanca yaşayan insanların azlığıdır. Eğer biz biz olursak, eğer biz Müslüman kimliğimizin farkına varır ve bunun gereklerini yerine getirebilirsek, işte o zaman birçok şey kendiliğinden çözülecek, şu an bir türlü yerine oturmayan taşlar asıl o zaman yerine oturacaktır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
M. Emin Yıldırım Arşivi