Osmanlı İmparatorluğu 'Üçüncü Roma' değildi!

Osmanlı İmparatorluğu 'Üçüncü Roma' değildi!

İlber Ortaylı’nın kitapları, son zamanlarda Türkiye’nin en çok satan kitapları listesinde başa güreşiyor. Gerçi halk arasındaki popülaritesi, Ahmet Maranki ile veya Oktay Usta ile veya Nihat Hatipoğlu ile yarışacak seviyede değil hâlâ. Ahmet Maranki, ev kadınlarının dünyasında tam bir mitoloji kahramanı. Diğerleri de az-çok öyle. İlber Ortaylı onların arkasından geliyor.
Bu saydığımız isimler arasında bir sıralama yapsak, ilmine en çok saygı duyduğumuz ve popülaritesine en çok sevindiğimiz isim, elbette İlber Ortaylı olur. Zirâ diğerlerinin mevzuundaki “tecrid payı”, ona nazaran daha azdır. Her ne kadar Nihat Hatipoğlu, itikadî sapkınlığa varmamış dinî hikâyeleriyle diyanet camiasında nisbeten daha tercihe şayan bir yerde görünse de…

***

İlber Ortaylı’nın tarih dalında vesikalara dayalı engin bilgisiyle haklı ve sevindirici bir şöhreti var. Fakat tarih, sadece vesikalara dayalı engin bilgilerle yapılmaz. Bütün büyük tarihçiler, tarih üzerindeki “tecrid payı”, vesikalara dayalı tarih bilgilerinin önüne geçmiş kimselerdir. Tecrid payı, bizzat fikirdir, tarih hakkında “tarih şuuru” doğuran şeydir. Vesikalara dayalı tarih bilgisi, tek başına “tarih şuuru” doğurmaz. Hattâ çoğu zaman, tarih şuurunun aleyhinde gelişir.
Böylelerini bir çok sahada da görebiliriz. Kendi dalında, herkesi geride bırakan engin bilgilere sahiptirler. Fakat bu bilgileri, kana geçmemiş gıdalar gibi, o sahanın “şuuru”na dönüşmemiştir; dahası o şuura ket vurucu olmuştur. Kur’an’da böylelerine “kitap yüklü merkep” denilmiştir. Çünkü aslolan “şuur”dur; şuura her ne kadar bilgi ile varılırsa da, bilginin azlığı veya çokluğu, şuuru doğrudan etkilemez.
İlber Ortaylı’ya gelince; onda engin bilgi ve görgülerinin yanında, bir “tecrid zaafı” görüyoruz. Vesikalara dayalı tarih bilgileriyle hepimizi şaşırtmakta ve kendisini heyecanla dinletmektedir. Oysa, tecrid gerektiren hususlarda, aynı şekilde her zaman isabetli hükümler vermemektedir. Meselâ Osmanlı İmparatorluğu’nu “Üçüncü Roma” olarak nitelendirmesi tam da böyle bir husustur. Ve ne yazık ki, ünlü tarihçimiz bu hususta “tecrid zaafı”nı belgelemektedir.

***

Roma İmparatorluğu nasıl bir tarihî misyonu temsil etmekteydi? “İkinci Roma” denilen Bizans, aynı tarihî misyonu ne kadar sürdürebilmişti? Osmanlı İmparatorluğu, aynı tarihî misyona ne bakımdan sahip olmuştu? İlber Ortaylı, “Osmanlı’yı yeniden keşfetmek” adlı serî ve kaynak eser olmaya namzet çalışmasında, bu soruları sormakla beraber, yanlış yönde cevaplar arıyor.
Roma İmparatorluğu ile Bizans İmpatratorluğu’nun birbirinin devamı sayılması, Selçuklu ile Osmanlı’nın birbirinin devamı sayılması kadar tabiîdir. Hattâ Roma ve Bizans’ın, kendini “Yunanlılar’ın devamı” görmesi, Roma’nın “Biz İkinci Truva’yız” demesi, Yunanlılar’ın da “Mısır’ın devamıyız” demesinde bir mahzur yoktur. Nasıl ki, Selçuklular’ı Abbasîler’in, Abbasîler’i Emevîler’in, Emevîler’i de Raşid Halifeler’in tarihî bir devamı olarak görmek mümkündür.
Ama Mısır, Yunan, Roma ve Bizans ile Emevî, Abbasî, Selçuklu ve Osmanlı, karşı karşıya geldiklerinde iki ayrı dünyadır, birbirine taban tabana zıd mefhumları ve misyonları temsil ederler. Biri “Batı’nın hâkimiyeti”dir, biri “Doğu’nun hâkimiyeti”. Biri, önce kaba nefsanî ve sonra Hristiyan ve maddeci bir ruha sahiptir; öbürü, İlahî bir dâvânın bayraktarıdır. Bunların ikisi hiçbir vakit bir araya gelmez ve aynı şey olmaz. İsterse aynı topraklarda kurulsunlar ve birbirinin üstünde yükselsinler…
Rus Çarlığı “Biz Üçüncü Roma’yız” diyebilir ve demiştir. Büyük Britanya Krallığı, Amerika Birleşik Devletleri ve hattâ Avrupa Birliği kendisi hakkında böyle düşünebilir. Fakat Osmanlı İmparatorluğu’na “Üçüncü Roma” denemez; tıpkı Roma İmparatorluğu’na “Osmanlı’nın öncüsü” denemeyeceği gibi. Arada “yok sayılmaya çalışılan” aziz bir fark vardır: Ruh farkı…
Bu hususta Fatih’in Hristiyanlara hoşgörüsü ve Katolik Kilisesi’ne karşı Ortodoks Kilisesi’ni himaye etmesi kafa karıştırıyorsa, bilinmelidir ki bu, “İslama dayalı bir siyaset tavrı”dır; Osmanlılar’ın Hristiyanlığı yaymak gibi bir misyonu hiç olmamış, sadece Kur’an’ın “Ehl-i Kitab” hükmü dairesinde el altında tutmak gibi bir yükümlülüğü olmuştur. Tıpkı Selçuklular’ın, Abbasîler’in ve Emevîler’in olduğu gibi… Osmanlı eğer Roma ve Bizans’ın bir devamı olsaydı, kendisine benzemeyenleri yok ederdi; Roma ve Bizans öyle yapmıştır.
Kısacası, Osmanlı, bir “İslam İmparatorluğu”dur. Doğu’ya aid değerler ve temeller üzerinde yükselmiş, Batı’ya aid değerlere ancak en son çöküş devresinde ve kısa bir müddet sarılmıştır. Osmanlı’ya “Üçüncü Roma” demek, onu yeniden keşfetmek değil, ancak onu şuursuzluk çukuruna gömüp üstüne anlayışsızlık toprağı örtmek olabilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi