Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Bendenizi takdimimdir, efendim

Bendenizi takdimimdir, efendim

Manisa’dan Sermin Tülün Hanımefendi, diyor ki: “Yazarlar ve sanatçılar zaman zaman kendilerinden bahsederler. Biz de onları tanırız. Siz ise kendinizden pek bahsetmiyorsunuz. Oysa biraz daha detaylarıyla sizi tanımak istiyoruz. Neler yapıyorsunuz?”
Bildiğim işi yapıyorum Sermin Hanım, yazıyorum. Kendini bildim bileli yazan biriyim, ama sadece 38 seneden beri yazdıklarım yayınlanıyor.
Oysa çok öncesi de var. İlkokula kadar iniyor yazma serüvenim. Ortaokulda duvar gazetesi çıkardım, ama ömrü onbeş dakika kadar oldu. Yazdığım makalede ders kitabımızdaki (tarih) bir çelişkiyi eleştirmem Müdür Bey’in hoşuna gitmemiş. Gazetemi duvardan indirdi. Beni de odasına çekip haşladıktan sonra, sıkı bir öğüt verdi:
“Bak evladım, bu kafayla gidersen seni süründürürler. Sana mı kaldı devletin kitabını tenkit etmek (eleştirmek)? Sen önce okullarını bitir, bir baltaya sap ol, ondan sonra düşündüklerini yazarsın.”
Müdür Bey’in “ondan sonra” dediği zaman dilimi bir türlü gelmedi. Ve ben düşündüklerimi, düşündüğüm çıplaklıkta hiçbir zaman kağıda geçiremedim. O konuda en az Akif kadar şikayetçiyim:
“Ağlarım ağlatamam, hissederim söyleyemem / Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım!”
Aslında romancıyım. Yıllardan beri hem tarihi araştırmalar yapıp yayınlıyorum, hem de tarihin romanını yazıyorum. (“Tarihi roman” yazmakla “tarihin romanı”nı yazmak arasında fark var! İnşallah bir gün de bunu konuşuruz).
İlk kitabım “Sunguroğlu”, muhafazakâr çevrelerin romanı “Avrupa cini” sayıp reddettiği yıllarda (1972) yayınlandı. Yayınlanır yayınlanmaz da kendimi “Roman yazmak meşru mudur?.. Roman yoluyla tebliğ yapmak mümkün müdür?” şeklinde tuhaf bir tartışmanın içinde buldum.
Bu tartışmaya hiç karışmadım. Hiçbir tarafında olmadım. Sadece yazdım, yazdım, yazdım.
Rahmetli babacığım (doğduğum bölgede, yani Rize’nin Pazar ilçesinde yaşardı) bile kitabımı okumadan, eski duyumlarından oluşmuş peşin hükümleriyle kızdı bana: “Romanla, masalla bu işler olmaz be oğlum” dedi mektubunda, “adam gibi işler yap!” Babamın “iş” dediği “hizmet”ti. Babama göre “roman hizmet etmez”di. Tüm dünyam başıma çöktü. Hayallerim enkaz altında kaldı. Babamın benimle iftihar etmesi önemliydi. Çünkü farkında olarak ya da olmayarak, beni yazmaya o teşvik etmişti... Bir de Başöğretmenim Hikmet Bey.
Hikmet Bey, “Çocuklar, yolda bulduğunuz yazılı kâğıtları okuyarak, boş kâğıtları yazarak değerlendirin” dedikten birkaç gün sonra, meşhur Fransız edip Victor Hugo ile tanıştım...
Meşhur eseri “Sefiller”ine muhtemelen helva sarılmış, yendikten sonra da kâğıt yola atılmıştı.
Yazılı kâğıtları görür görmez Başöğretmenimin öğüdü kulaklarımda çınladı: “Çocuklar, yolda bulduğunuz yazılı kâğıtları okuyarak, boş kâğıtları yazarak değerlendirin”
Rize’nin meşhur çiselemesi altında bir taşa oturup elime geçen birkaç sayfayı büyük bir iştahla okumaya başladım. Kitabın o bölümü çok hoşuma gitti... Okuduklarım beni öylesine sarıp sarmalamıştı ki, ilçeye (Pazar) koşarak kitabı edinmeye çalıştım. O gün yoktu. Onun yerine Alexandre Dumas’ın “Monte Cristo Kontu” ile “Üç Silâhşörler”ini alarak eve döndüm. Bir hafta kadar sonra da “Sefiller”e kavuştum.
Neyse, babamın mektubuna dönelim: Babamın beni eleştiren mektubu içime oturmuştu. Kalemim sanki kırıldı, sanki içimden kilitlendim. Çünkü babamın yargılarına çok güvenirdim.
Aradan aylar geçti. Aylar sonra babamdan bir mektup daha aldım. Osmanlıca yazmıştı. “Ciğer köşem oğlum” diye başlıyordu. Romanın “hizmet” edeceğine artık inandığını söylüyor, ısrarla devam etmemi istiyor, iki satır arasına bir dua sıkıştırıyordu.
Meğer o sıralar hastalanmış. Nekahet devresini geçirirken ağır şeyler okuyamamış, “Bakalım bizim oğlan ne yazdı?” düşüncesiyle ilk kitabımı eline almış. Alış o alış: Bitirmeden bırakamamış. Bitirir bitirmez de bana “Ciğerköşem oğlum” diye başlayan mektubu kaleme almış. O mektuptan sonra kalemim coştu...
Ben romanın Müslümanlaştırılması ve “tebliğ”in hizmetine alınması gerektiğine tüm varlığımla inanıyordum, ama “Roman okuyacağıma ilmihal (ya da cevşen) okurum, bana romandan daha faydalı olur” diyenler çoğunluktaydı. Bunların bir birine alternatif olmadığını anlatamıyordum. (Bu gruplar daha sonra, bir türlü okutamadıkları kitaplara basamak olması için çocuklarına romanlarımı okuttular).
Sonunda kimseyi ikna etmem gerekmediği inancı içinde kendimi hummalı bir şekilde yazmaya verdim. Gecem gündüzüme karıştı, başkalarının kahvehanelerde, kimilerinin meyhanelerde öldürdükleri zamanı ben okuyarak, araştırarak, yazarak değerlendirdim. Her anı dolu dolu yaşadım. Bu hummalı çabanın ödülü olarak otuz civarında romanım yayınlandı...
Başka konularda yazdığım kitaplarla, yayınladığım araştırmalarla, çocuk hikaye ve masallarıyla 100’ü aşkın kitabım oldu.
Tarihten güne yansımalar (romanlarımla bunu yapmaya çalıştım) nesiller üstüne olumlu etkiler yaptı. Kendi tarihleri ve tarihi kahramanlarıyla bütünleşen gençler Batı’nın kültür bombardımanından kısmen kurtuldular.
Bugün de hem kitaplarımı yazıyorum, hem de bazı dergilerle birlikte Vakit’te köşe yazıları yazıyorum...
Yurt içi ve yurt dışında yılda en az 100 konferans veriyorum.
Şu sıralar ise Sultan Vahideddin’in hayatını romanlaştırmaya çalışıyorum.
Tanıştığımıza memnun oldum, efendim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi