'Egemen Mihver ile Türkiye' Arasında 'PKK ve Kürt Kimliği' Pazarlığı

'Egemen Mihver ile Türkiye' Arasında 'PKK ve Kürt Kimliği' Pazarlığı

Soğuk savaş döneminin (1946-1991) Batı Bloğu üyeleri, Sovyetler Birliği (SSCB)’nin dağılmasından sonra, SSCB’nin yerine “radikal İslam” veya “İslamcı terör” ya da “küresel terör” diye adlandırdıkları İslam dünyasını koyarak yeni bir dünya düzeni inşa etmeye koyuldular. Daha önceleri Varşova Paktı’ndan (Doğu Bloğu) gelebilecek tehdide karşı, Batı Bloğu’nun “kanat ülke ve ileri karakolu” konumunda değerlendirilen Türkiye; iki kutuplu dünya sisteminin ortadan kalkmasından sonra, İslam dünyasının bir parçası olmasının da etkisiyle, dolaylı bir şekilde de olsa, Batı Bloğu’nun yerini alan ABD-İsrail-AB mihverinin hedefi haline gelmiştir.

İki kutuplu dünya sisteminin ortadan kalktığı 1991 yılından sonraki on yıllık zaman diliminde yaşanan “geçiş dönemi” akabinden, 11 Eylül 2001 tarihinde devreye girdirilen “neoemperyal açılımın temel hedefi” tek kutuplu bir dünya sistemi inşa etmekti. Bilişim çağının sunduğu imkânlardan da istifade ederek gerçekleştirilmeye çalışılan “postmodern küresel sistemin tek küresel aktörü” ABD olmakla beraber, AB ile İsrail’i de işin odağına çekip, üçlü ve güçlü “egemen” bir Mihver oluşturularak, tek kutuplu dünya sistemine meydan okuyabilecek yeni güçlerin ortaya çıkmasına engel olunmak istenmektedir.

Öte yandan, söz konusu yeni küresel dünya sisteminin perde arkasındaki asıl güç odakları konumundaki Çok Uluslu Şirketler (ÇUŞ) ile Küresel Fonlar (KF)’ın isteklerine uygun olarak, hâlihazırdaki ülkelerin parçalanması neticesinde on binlerce devletçik (kent devletleri) oluşturulabilmesi için, egemen Mihver ülkelerinin de uydu devlet ve örgütlerle güçlendirilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda, önce Saddam Hüseyin’e işgal ettirilip, arkasından ondan kurtarılma görüntüsü altında uydulaştırılan Kuveyt’le birlikte başlatılan “uydu devletler” oluşturma halkasına Hamit Karzai yönetimindeki Afganistan, Celal Talabani liderliğindeki Bölünmüş Irak, Mahmut Abbas önderliğinde bölünmüş Filistin, Barzani liderliğinde kurulmak istenen Kuzey Irak Kürt Devleti ve Genişletilmiş Ortadoğu Coğrafyasından başlamak üzere diğer coğrafyalardaki harekete geçirilmekte olan etnik unsurlara dayalı olarak kurulacak olan devletçikler dâhil edilmek istenmektedir. Eski Doğu Bloğu ülkelerinde başlatılmış olan “renkli devrimler” de bu paralel de düşünülebilirse de, asıl hedef “Gürcistan’da yaşanan parçalanma sürecinde olduğu gibi” renkli devrimlere konu edilen ülkelerin de yumuşak geçişle daha küçük parçalara ayrılmasıdır.

İşte, inşa edilmeye çalışılan tek kutuplu küresel dünya sistemi projesinin birinci ayağı konumundaki Genişletilmiş Ortadoğu Coğrafyasının en önemli ve güçlü devletlerinden birisi konumundaki Türkiye, ne yazık ki, “ittifak ve stratejik ortaklık” ilişkisi içerisinde olmasına rağmen, “egemen” Mihver ülkelerinin örtülü hedefi haline gelmekten kurtulamamıştır. Bu anlamda, yarım asırdan beri önümüzde tuttukları “Avrupa Birliği’ne üyelik havucu”nu göstererek “Türkiye’ye dayattıkları çok sayıda aşındırıcı projenin” hiçbirisinden istedikleri sonucu elde edememelerini de dikkate alarak, yeni dönemde Türkiye’nin önüne sürdükleri en önemli araç PKK terör örgütü ve en ciddi sorun ise Kürt kimliğini otonomlaştırma hesabı olmuştur.

1 Mart 2003 tarihinde TBMM’de oylanan tezkere onaylanmış olsaydı; Mihver ülkeleri, Mersin Limanı’ndan Trabzon Limanı’na uzanan doğrusal çizginin doğusunda kalan bütün bölgeye bir şekilde yerleşerek, bu bölgenin Pontus Rum Devleti, Ermenistan’ın iddiaları ve Kürt kimliğini inşa projesi doğrultusunda Türkiye’den kopartılmasına uygun programlar devreye girdirilecekti. Tezkerenin TBMM tarafından reddedilmesinden sonra; Mihver ülkeleri, “başka araç ve faktörleri kullanarak” Türkiye’yi kendi arzularına uygun bir şekilde zafiyet ve zayıflık içerisine düşürmeye çalıştılar. Aradan geçen dört yıllık zaman zarfında, öncelikli olarak, Irak’ın kuzeyindeki Bölgesel Kürt Yönetimi ile Türkiye’yi pazarlık masasına oturtma çalışmaları yapan Mihver ülkeleri, umduklarına nail olamamanın kızgınlığı içerisinde, PKK terör örgütünü daha da güçlendirerek Türkiye’ye karşı kullanmaya başladılar.

2007 yılı içerisinde gerçekleştirilmesi gereken Cumhurbaşkanlığı seçimi ve o sıralarda azdırılan PKK terörü vasıtasıyla köşeye sıkıştırılmaya çalışılan Hükümet, bir taraftan Devletle karşı karşıya getirilirken, diğer taraftan da radikal Laikçi çevrelerin sokağa dökülmesi yoluyla Mihver ülkelerinin isteklerine uygun bir şekilde davranmaya zorlanmıştır. Her ne kadar, 22 Temmuz 2007 seçimleriyle birlikte siyasal istikrar yakalandı ve Cumhurbaşkanlığı seçimi sorunsuz bir şekilde atlatıldıysa da; bu defa, PKK terör örgütünün kanlı eylemlerinde şaşırtıcı derecede artış ve kamuoyunu tahrik edici gelişmelerde ciddi oranda bir yoğunluk yaşanmaya başlandı. Böylece Türkiye’nin, PKK terör örgütünün beslendiği ve barındığı Irak’ın kuzeyine operasyon düzenlemesi programı ciddi bir şekilde Hükümetin gündemine yerleştirilmiş oldu.

Bereket versin ki; köklü devlet geleneği, diplomatlarımızın diplomasi yeteneğinin enginliği (Başdanışman, Prof. Dr. Ahmet Davudoğlu’nun payı da dahil) ve Hükümet Lideri Sayın R. Tayyip Erdoğan’ın karizması sayesinde, Mihver ülkeleri ile Irak Hükümeti (Bölgesel Kürt Yönetimi de dahil)’nin de açık desteğiyle, PKK terör örgütü tasfiye sürecine girdirilmiştir. Ancak Türkiye’nin, bu noktada endişe verici bir tuzakla yüzleşme ihtimali söz konusudur. Hakikaten, PKK terör örgütünü tasfiye karşılığında “Kürt sorununa siyasi çözüm” dayatmalarına karşı olabildiğince dikkatli olunmalıdır. Açıkçası, “Kürt kimliğini özümsemiş olan vatandaşlarımızın her türlü özgürlük taleplerinin karşılanması” hususunda gereken yasal düzenlemeler mutlaka yapılmalıdır; ama, “tek bayrak, tek millet, tek resmi dil” gibi birleştirici unsurlarda kesinlikle hiçbir taviz verilmemelidir. Mesela, ABD’de hangi dilin “resmi dil” olması gerektiğiyle ilgili yapılan oylamada, İngilizce ile Almancayı tercih edenler neredeyse birbirlerine yakın oranda çıkmış olmasına rağmen, İngilizceyi tercih edenlerin oranı milim farkla fazla çıkmasından dolayı, ABD’de Almancanın resmi hiçbir hüviyeti kalmamıştır. Bu örnekten yola çıkarsak; Kürt kökenli halkımızın bütün hakları kendilerine tanınmalıdır ama, Türk-Kürt kardeşliğine dayalı birlikteliği sarsacak hiçbir ayak oyununa kesinlikle müsaade edilmemelidir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi