Türkiye’de ‘Avrupacılık-sonrası’ mı yaşanıyor? (1)

Türkiye’de ‘Avrupacılık-sonrası’ mı yaşanıyor? (1)

Nilüfer Göle yıllardır Paris’te. Bir akademisyen ve sosyolog olarak Türkiye’ye Avrupa’dan bakıyor. Bu arada uzunca bir süredir Avrupa Birliği için Avrupa-İslam konusunu araştıran dört yıllık büyük bir projenin başında.
Nilüfer Göle’nin, ‘Europe and Islam: The Lure of Fundamentalism and the Allure of Cosmopolitanism’ isimli son kitabı Amerika’da Princeton tarafından 2010’da yayınlandı.
Nilüfer Göle’yle iki günlük aşağıdaki sohbeti yaptım.
Soru: Avrupa’dan bakınca Türkiye nasıl gözüküyor?
Nilüfer Göle: Türkiye’den bakınca Avrupa idealize edilir. Orhan Pamuk’un yıl sonu için yazdığı yazıda, Avrupa “pembeleştirilirdi” diyor.
Şimdi ben de Avrupa’dan Türkiye’ye bakınca varolan resmin hatalarını, zaaflarını gözden kaçırıyor, resmi idealize ediyor olabilirim, Avrupa’ya ise daha eleştirel ve acımasız bakıyor olabilirim.
Ancak bu kişisel bir bakış sapması ötesinde Türkiye ile Avrupa arasında sessiz bir altüst oluşun, hatta yer değiştirmenin yaşandığı yeni bir döneme girildiğini düşünüyorum.
Soru: Nedir Avrupa’da sessiz altüst oluş dediğin şey?
Nilüfer Göle: Avrupa kendi kimliğini tartışıyor, Türkiye ise Kürt açılımını. Avrupa ideallerinden vazgeçen, Türkiye ideallerinin peşine düşen bir garip ikili yaratıyor.
Avrupa ülkelerinde içe kapanma, milli sınırlarına çekilme, Avrupa Birliği Projesi’ne karşı şüphecilik ve sırtını dönme eğilimleri baş gösteriyor.
Türkiye ise artık Batı’nın pasif bir müttefiki olmaktan çıkıp, kendi çıkarlarının farklı olabileceğini hatırlatıyor, yöresel ve küresel aktör olmaya heves ediyor.
Avrupa’da yeni popülist sağ hareketler ve islamofobi söylemleri yükseliyor, siyasi yelpazenin kenarında köşesinde kalmış hareketler ve siyasi figürler kamuoyunun ilgi odağı oluyor, siyasetin merkezini belirleme riski taşıyor.
Türkiye’de ise alternatifler merkezden gelmeye devam ediyor; Cumhuriyetçi gelenek, CHP’deki son gelişmelerle birlikte demokratik ivme kazanmaya çalışıyor, Türkiye’nin açılımına ortak oluyor.
Kısacası bugün Türkiye’ye Avrupa’dan bakmak demek, ister istemez Avrupa’ya da Türkiye’den bakabilmeyi gerektiriyor.
Biz hep kendimize pembe Avrupa’nın aynasında baktık, geri kalmışlık, ilerleme ve benzeşme söylemleriyle geleceğimize şekil vermek istedik.
Bugünkü resimde ise Türkiye ile Avrupa yüz yüze geldiler.
Birbirlerine sırtlarını mı dönecekler yoksa yan yana mı yürüyecekler, göreceğiz. Ama sanki bir sandalye kapma oyununa oturuldu, hangi ülke Avrupa’nın boş kalan sandalyesine oturabilecek?
Soru: Özellikle Batı basınında, Türkiye’yi kim kaybetti, Türkiye Batı’ya sırtını mı döndü sorularının son derece güncelleşmesine ne diyorsun?..
Nilüfer Göle: Türkiye ideallerinin peşine düşüyor dedim. Ki bu idealler nedir sorusu herkesi ilgilendirdiği, kimilerini endişelendirdiği kadar tüm dünya kamuoyunun gündemini de meşgul ediyor.
Yani Türkiye sırtını Batı’ya mı döndü, İslamileşen bir Cumhuriyet’e doğru mu yol alıyor? Yoksa Avrupa tarihiyle özdeşleştirdiğimiz özgürlük ve eşitlik ideallerini yaşatan ve diğer ülkelere taşıma potansiyeli mi var?
Bu soruların bugünden belki cevabı yok ama sorulmaya başlaması bile Türkiye’nin bugün kendi sınırlarını aşan bir tarih yapımıyla yüz yüze kaldığını ifade ediyor.
Türkiye “zayıf tarihsellikten”, çıkıp hızlanan tarih yapımının bir parçası oluyor. Bu süreç ister istemez yeni sorunları beraberinde getiriyor; soğuk savaş siyasetinden çıkmak, dondurulmuş tarihten sıcak tarihsel akışkanlığa geçmek, savrulmalara, eksen kaymalarına yol açabilir.
Soru: Eksen kayması konusu asıl ne zaman, nasıl ortaya çıktı?
Nilüfer Göle: Türkiye’nin Batı ile Doğu arasındaki sabit yerinin oynamaya başlamasının ilk işareti bence Türkiye’nin Irak Savaşı’na ilişkin ABD’ye vermesi beklenen desteğin, yani tezkerenin az bir farkla Parlamento’dan geçmemesidir.
Ama bu karar neticesinde birçok insan, haklı da olarak, Türkiye’nin ABD desteği olmaksızın korumasız ve yalnız kalacağından korktular, ekonomik istikrarını kaybedeceğini düşündüler. ABD, Türkiye’nin ittifakı bozduğunu düşündü, bu nedenle savaşta kayıplara uğradığını ileri sürdü.
Arap ülkelerinde ise, Türkiye ilgiyle izlenmeye başladı. Sadece “Arap sokağı” nezdinde değil, aydın, seçkin kesimlerde de, Türkiye’nin Arap emirliklerinden farklı olarak sırtını demokrasiye dayadığını ve bu nedenle güçlenebileceğini gördüler, itibar ettiler.
Bu tarihten itibaren Türkiye’nin dış politikası üzerine düşünmek zorunda kaldığını, yakın ve uzak komşularıyla ilişkilerini pekiştirdiğini, unutulmuş Osmanlı mirasını gözden geçirdiğini, Davutoğlu’nun mimarlığında yeni bir vizyonu, hatta “sıfır sorun” politikalarını sahiplendiğini öne sürebiliriz.
Ancak, öte yandan Mavi Marmara, İsrail ile anlaşmazlıklar ve dokuz Türk vatandaşının ölümüyle biten saldırı, Türkiye’nin tehlikeli sularda dolaştığına dair bir işaret oldu. Aktör olmak, müttefik olmaktan daha riskli...
Soru: Türkiye kendi başına karar alabilecek özgüvene sahip olmaya başladı mı diyorsun?
Nilüfer Göle: Kimileri için bu gelişmeler Türkiye’nin Batı’ya göre bağımsızlaşmasının bir ifadesi, kimilerine göre İslamileşmesinin bir işareti olabilir. Ama bence daha önemlisi Türkiye, Batı’nın öncülüğünde düşünme ve karar verme konforunu kaybetti.
Bu açıdan, Türkiye’nin Avrupa Topluluğu’na üyelik macerasında 3 Ekim 2005 tarihi önemli bir dönüm noktasıdır. Aslında bu tarih kendi içinde bir paradoks, bir çelişki taşımaktadır, hem evet hem hayır demektedir.
Bu tarihle Avrupa müzakere sürecini başlattı ama aynı zamanda kapılarını kapattı. Avrupa kapısına kilit vurulmasa da, Türkler çarpılan kapının soğuk cereyanını yüzlerinde hissettiler. Bence özellikle düşünce koordinatlarımızı değiştirmek zorunda olduğumuz bir tarihtir bu.
Yani Avrupa’yla ilişkilere, müzakerelere devam ediyoruz ama Avrupa Birliği’ne üyelik artık siyasi bir kaldıraç, ortak bir arzu olmaktan çıktı.
Soru: Neden öyle? Ve bu ne anlama geliyor?
Nilüfer Göle: Sürekli şöyle bir soruyla karşı karşıya kaldık: Avrupa halısı ayaklarınızın altından çekilirse ne olur? Soru çoğu zaman cevabını kendi içinde taşıyordu.
İma edilen, askeri ya da İslami rejimler arasında bir seçim, yani ya kışla ya cami...
Esasında ikisinin de olmadığını, çoğulculuğun Avrupa’ya endeksli olmadan tartışıldığını, zor da olsa yaşama geçirilmeye çalışıldığını görüyoruz.
Soru: Senin deyişinle ‘Avrupacılık-sonrası’ bir süreç mi yaşanıyor Türkiye’de?
Nilüfer Göle: Türkiye’nin Batılılaşma tarihinde bir dönüşüm olduğunu düşünüyorum.
İkinci bölüm yarına.
Bu arada okurlarımın yeni yılını kutluyor, herkese sağlıklı, mutlu bir 2011 diliyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi