Mehtap Yılmaz

Mehtap Yılmaz

KARAKUTU

KARAKUTU

Bir tür ölüm gibiydi göç onlar için. Kendilerine ait zamandan, kendilerine ait mekândan bir Azrail nefesiyle uzaklara savrulmak...
Hiç bilmedikleri...
Ait hissetmedikleri...
Olabildiğince yabancı yeni bir dünyada açmak gözlerini ansızın...
Bağlarından yoksun. Topraklarından sürgün.
Her şeyi geride bırakarak, hiçbir şeysiz...
Üstte başta ne varsa onlarla yola çıkarak.
Geçmişe ait, güven veren bir ayrıntı olmaksızın yeni dünyalarında...
Genç kızların, gelecek ümitlerini sığdırdığı eski çeyiz sandıkları, ihtiyar kadınların buruşuk elleriyle rüyalarını ördükleri oyalar, yastık altı paraları, delikanlıların sevgilileriyle buluştuğu ağaç gölgeleri cayır cayır alevlerin sıcağında eriyip yitmişti artık.
Sûra üflemişti İsrafiller eski dünyalarında...
Kıyamet kopmuştu ardından.
Göç, işte böyle bir kıyametti göçzedelerin başlarına kopan!
Evet, doksanlı yıllarda 500 Evler’de idrak ettim, göç tek kelimeyle kıyametti ve taşsız mezarlar gibiydi onlara sunulan tek katlı küçük evler. 500 Evler, köyden sürgün, şehirden yoksun yani cennet ve cehennem arasındaki Âraf gibi bir yerdi onlar için. Cehennem yani yangın yeri köyleri + Âraf yani 500 evler + cennet yani şehir = Göçün özetidir benim için.
Toprak evlerin, hayalleri köyün sınırlarıyla sınırlı insanları için göç sonrası Diyarbakır, akvaryum balıklarının denizin vahşi derinliklerine salıverilmesi kadar ürkütücü, baş döndürücü bir şeydi.
Sosyolojik alt yapısı düşünülmemiş, toplumda yaratacağı olumsuz etkileri hesap edilmemiş hayati bir hataydı göç!
Şehrin üstüne çöken kasvetli, yaslı karabasanlardı şehirlilerin gözünde göçzedeler.
Ana rahmi misali devindikleri güvenli kuytudan çıkıp çığlık çığlığa bırakıldıkları korkunç mekândı şehir.
Daha önceki yazılarımda çokça kez dile getirdiğim gibi Güneydoğu toplumunun hayatına psikososyal travmalar yaratan bu fay hattı, kırsoylu yaşamı daha yakına getirerek anlaşılmasını sağlamıştı araştırmacılar için.
Farklı köylerden kırsoylu kadınların yaşamlarını tek solukta içinize çekebileceğiniz, el değmemiş doğalarına dokunabileceğiniz, kentsoylu kadınlarla aralarında belirli karşılaştırmalar yapabileceğiniz bakir bir laboratuvar...
Güneşin en güzel doğduğu şehirde, Dicle’nin göğsünden medeniyet emen toplumun rahmine bir günah nutfesi gibi düşen göçzedelere ilişkin araştırmalarım, bu gün çözümlenmesi güç pek çok problemi anlama noktasında bir eşik teşkil etti.
Bir sürecin karakutusu gibi hissediyorum bu yüzden.
Bu karakutuyu ölmeden önce sizlerle paylaşmak istiyorum.
Ölürsem eğer kaybolacak gibi geliyor bu tanıklıklarım. Bana güvenle bakan gözlerin ümitlerini boşa çıkaracağım sanki...
Benimle birlikte kara toprağın altını boylayacak, üzerine gün doğmamış hayat bilgileri...
Bunun sorumluluğunu duyuyor, dile getirememiş olmanın ruh sıkıntısını yaşıyorum.
Bu yüzden secde noktasına tutunarak yaşayabildiğim onca toplumsal gerçeğin bilgisini dışa vurma ihtiyacı duyuyorum. Güneydoğuda namus cinayetleri, töre cinayetleri, kadın intiharları, madde bağımlılığı, eşcinsellik, kırmızı ışık çocukları, pedofili ve de ensest gibi... Göçün kollarımıza yıktığı çirkin semerenin, daha fazla kişi uçurumdan düşmeden kontrol altına alınabilmesi için bunları yazmam gerektiğini hissediyorum.
Bundan böyle Allah nasip ettikçe Dicle ve Fırat’ın kolları arasında tuttuğu bu değerli toprakların göğsüne başınızı yaslayacak, kalp atışlarını duyacaksınız. Damarlarında dolaşacaksınız başka dünyaların.
Umarım gittikçe daha sıklıkla çok farklı dünyaların cümle kapısını aralayacağız birlikte.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mehtap Yılmaz Arşivi