Yaşar Değirmenci

Yaşar Değirmenci

Yılbaşı sonrası düşünceler

Yılbaşı sonrası düşünceler

Peygamber Efendimizin, bir müslümanın hiç kimseye benzemeyeceği ve bir müslümanın taklit eden olmayacağını "Kim bir kavme benzerse, onlardandır" hadisiyle beyan etmesi, şuurlu müslümanları teyakkuza sevk etmiştir.

‘Aman ha dikkat edin, Yılbaşı ve Noel kutlamalarından uzak durun, Hıristiyanlara benzemeyin!’ yalvarışlarını, çırpınışlarını, Müslümanların sergilediği savunmacı tavrı da(bu manada) anlayışla karşılamak gerekiyor.

Her “yılbaşı” öncesi ve sonrası; bize dayatılan, empoze edilen bir hayata direnen ve sürünenleriyle hep münakaşa konusu olmuştur.

Aynı filmi tekrar tekrar seyrediyoruz her yıl başında.

Yine tam bir “cinnet toplumu” manzarasına katlandık.

Vahşetin-dehşetin-tehlikenin adı yine “uygarlık-çağdaşlık-modernlik” olarak kondu.

Kültürden, inançtan, düşünceden kaçanlar, “yılbaşı” şemsiyesi altında toplandı.

Eğlence, içki, kumar, çılgınlık, her türlü rezalet “yılbaşı” adına yapıldı.

Beyinler uyuştu, ruhlar iğdiş edildi, ne yaptığını bilemeyen komada bir insanlık dramı yaşandı! Rehabilite edilmesi gereken hasta bir toplum fotoğrafıydı o geceki enstantaneler. Cinnet toplumu! Taklit edenin, edilenden daha beter duruma düşüşünün resmi. Hiçbir şuurlu direnç göstermeden yapılanları kabulleniş, teslim oluş. Rezilleşme özgürlüğü! Kendi kendinin hem zalimi, hem mazlumu olan bir toplum. Hakikaten hiçbir şey insan kadar yükselemiyor, onun kadar da alçalamıyor. Bazı insani çöküşler, hayvanda bile görülmüyor, bazı insani yükselişlere melekler bile erişemiyor.

TV-bilgisayar-internet-magazin ağı insanımızı abluka altına aldı.

Bunu yılbaşı vesilesiyle daha net görebiliyoruz.

Kimlik bunalımımız, “varlık bunalımı” na dönüştü.

Halbuki bir yılın tamamlanması, insanı ‘nefis muhasebesi’ne sevketmeliydi.

Ömrümden bir yıl daha gitti.

Ne yaptım bu yılda, neler başıma geldi, kimler öldü, kimler kaldı?

Hastalıklar, kazalar, belalar, depremler, buna maruz kalan insanlar, onların ızdırabı, hassasiyetleri, vs. Bu hayatın mânâsı ne? O mânâya uygun yaşıyor muyum? Sorumluluğumun idraki içinde miyim? Terör belasını, verdiğimiz şehitleri, depremde kaybettiklerimizi, bu soğukta aç-susuz ayakta kalmak için boğuşanları, yetim ve öksüzleri, “huzur evleri”ne terk edilmiş yaşlıları, kapı yolu gözleyen, kapısını vuracak bir “himmet eli” bekleyen nice çaresiz hastaları, yoksulları, yalnızları, kimsesizleri bu vesileyle düşünemez miyiz? Farkında olmadığımız nimetleri, maddi-manevi imkanlarımızı paylaşamaz mıyız? Hassasiyetlerimizi kaybedince herşeyi kanıksar hale geldik.

... Işıltılı-pırıltılı neonların, süslerin arkasında, temelinde fikri-zihni sıkıntı var. Mesele kimlik, kişilik, şahsiyet meselesi. Milletin bünyesine uymayan inkılaplar, dini hayatı-şifahi kültürü hiç kaale almayan masa başı insan mühendislikleri, jakoben uygulamalar, zulümler, işkenceler, idamlar... Kılık-kıyafetten, oturup kalkmaya, yiyip-içmeden ev döşemesine varıncaya kadar taklit edilen, dayatılan batıcı hayat tarzı. Bunlara aydınlarımızın halktan kopuk, fildişi kulede yaşayışını da ekleyebilirsiniz. Sakin düşünemiyoruz, normalleşemiyoruz. Peşin hükümlerden, ideolojik bakışlardan, “ne derler?” baskılarından kurtulamıyoruz? Makul, mutedil, ölçülü ve dengeli bir bakışla meseleleri izaha yanaşmıyoruz. Meselâ düğünlere, derneklere, cenaze törenlerine gönderilen çelenklerin faydasını-zararını-israfını konuşabiliyor muyuz? Mesela “şapka”nın kanunu mu olur? Olmadığı için de kanuna rağmen takan var mı? Bunun için insanlar mı yargılanır, asılır? Kıyafet, rejim meselesi haline mi getirilir? Kurulan mahkemeler, adalet mi dağıtır yoksa aldıkları emirleri acımasızca yerine getiren “cübbeli militan”ların işgal ettiği zulüm tetikçileri midir? Mesela, balolar, danslar, güzellik yarışmaları, eğlence merasimleri vs. İnançlı insanların bu yapılanlara direnişi. Bazen içine kapanıp sessiz, sakin ağlayışı, bazen de bireysel-toplumsal ve devlet saldırılarına karşı “sosyal birliktelik” arayışları... Cemaat, vakıf, dernek marifetiyle mukavemet göstermeye çalışıp kaygan zeminde ayakta durmaya çalışmalar... İmanlarından kaynaklanan hassasiyetlerini, temkin, tedbir ve ihtiyat içinde hareket etmelerini “demokrasi kültürü” almış herkesin anlayış, sevgi ve saygıyla karşılama beklentileri... Sonuçta bu millet bünyeye uymayanı kabullenemedi. Meselâ medeniliğin simgesi gibi görülen kravata bile “medeniyet yuları” demedi mi? Küreselleşme-yozlaşma-dünyevîleşmeyle herkesi aynı yapmaya çalışan dünyada farklı olma, özüne-kendine dönme mücadelesi vermedi mi? Bir ayrıcalık bir güzellik sergilemeye çalışmadı mı? Şahsiyetli olmayı sürü olmaya tercih etmedi mi? Bazı yazarlarımızın, sanatkârlarımızın, müzisyenlerimizin kendisine mahsus kıyafetleri, meşhur tarihçimizin (ki resmî tarihi paçavraya çevirmiştir) fesli bastonlu yürüyüşü, kimlik meselesinde hassasiyet gösteren hocalarımızın yakasız gömleği tercihleri, bazı cemaat mensuplarının sarık cübbe giyimindeki ısrarı, Eski İstanbul beyefendilerinin klasik elbise-gömlek-kravat üçlüsünü benimsemeleri, vs. hep kimlik-kişilik-şahsiyet görüntüsüne (mesajına) duyulan hasret ve ihtiyacın tezahürü değil mi? Bunlar özgüvenin yansıması olarak kabul edilemez mi? Ben de lise talebeliğim döneminde, kışın paltomun üzerine başıma kalpak giyiyordum. Kalpak, paltomun “mütemmim cüzü” gibiydi. Türk Dünyası’ndan ısmarladığım bazı kıyafetleri de hâlâ saklarım. Umrede giydiğim beyaz uzun entarimin, onunla kıldığım namazlarımın hayatımda ve hafızamda çağrıştırdığı yeri ayrıdır. Peygamberimiz niçin Medine’de saçlarını ikiye ayırmış ve bunu teşvik etmişti? Mekke’de bunun aksini yapıp saçlarını yana ayırmıştı? Medine’de saçlar, hakim kültürün temsilcileri olan Yahudi’lerin saç modellerinden farklı, Mekke müşriklerinin saç modellerinden farklıydı. Kına, o dönemin boyama amacıyla kullanılan kozmetik ürünüydü. Peygamberimiz “Yahudiler boyamıyor, siz boyayın” buyurmuşlardı. Burada ortak amaç, Peygamberimizin müslümanlarla gayri müslimlerin birlikte yaşadığı toplumda “kimlik bilinci” geliştirmesiydi. Kendi değerlerine güveni olan her toplumda olduğu gibi, yeni oluşturduğu müslüman toplumun üyelerinin birbirini tanıyacağı “kültür kodları”nı tespit etmekti. Kimlik kaybının önüne geçmek, şahsiyeti korumaktı. Bu ve benzeri uygulama, itina, dikkat ve hassasiyet müslüman toplumun “taklitçi” bir toplum olmaması gerektiği sonucundandı. Zaten dine soğuk bakanlar da başka bir “kimlik bilinci”ne aidiyetlerinden dolayı hırçın ve tahammülsüz hareket etmekten kendilerini kurtaramamışlardır. (Başörtüye fikri ve fiili saldırılarını, 28 Şubat sürecinde sokaktan sarık cübbe giyenleri toplayıp karakola götürmelerini, camiden çıkarken takkesini başından çıkarmayı unutan sıradan cemaati tâciz etmelerini hatırlamak yeter zannederim.) Bağırıp çağırma yerine, inancını yaşamaya çalışan insanlara saygısızlık etmeme mecburiyeti yok mu? Demokrasi çok seslilik değil mi? Adına “tahammül rejimi” denmiyor mu? Herkesi aynı yapmak değil, farklılıkları bir arada yaşatmak değil mi demokrasi?

Evet, sevgi-saygı-tahammül-anlayış-iz’an-insaf-idrak.

Bir arada, hayat tarzımızı inandığımız gibi yaşamaya, inşaya yahut muhafazaya hoşgörü.

Kişiliğe-kimliğe-şahsiyete saygı. Hepimizden beklenen de bu değil mi?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yaşar Değirmenci Arşivi