Fatih Uğurlu

Fatih Uğurlu

Silivri’de ilk gecem

Silivri’de ilk gecem

Bugün Silivri’de ilk gecem, ilk defa kendimi böylesine yalnız hissediyorum. Ama bu yalnızlık bana hiç de moral bozucu bir halet-i ruhiye sunmuyor. Sanki yıllardır bu geceyi beklemişim. Tüm bedenim yıllardır böylesine bir arınmayı bekliyormuş. Aklıma ilk gelen 27 Mayıs 1960 yılında silah arkadaşlarımızın yaptığı silahlı müdahaleyi ve o gün Genelkurmay Başkanı olarak görev yapan Orgeneral Rüştü Erdelhun.

Kendisini tutuklamaya gelen Burhanettin Paşa ve iki teğmene “Ben Orgeneralim ve Genelkurmay Başkanıyım, bana böyle davranamazsınız” demiş ve teğmenlerin hakaretine maruz kalmıştı. Sonra Yassıada’da yargılanmış ve idama mahkum edilmişti. Bir süre sonra da Orgeneral Cemal Gürsel tarafından affedilmişti. O gün Erdelhun Paşa’ya nasıl haksızlık yapıldığını bu gece ancak anlayabildim.

Ben de andıç olayı iddiası ile Silivri’deyim. Bana hiç bir teğmen ya da polis hakaret etmedi, gayet de saygılı idiler.

Buna rağmen bu ilk geceyi hiç unutmayacağım. Ve beynim zonklarcasına geçmişte yaptıklarımızı ve bugünü-yarını düşüneceğim. Acaba biz nerde yanlış yaptık?”

Bugün bir nefs muhasebesi yapıyorum. Olaylar böyle mi gelişmeliydi? Neden, halkın oyları ile seçilen iktidarlara hor bakıldı? Düşünüyorum da Hüseyin Kıvrıkoğlu, Yaşar Büyükanıt, Işık Koşaner ve ben... Başka türlü davranamaz mıydık?

Talat Aydemir ve arkadaşlarının, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de ve 28 Şubat’ta müdahaleyi yapan silah arkadaşlarımın eliyle iktidardan düşürülenlerin daha güçlü olarak iktidara gelmeleri ne anlama geliyordu? Halk bize ne demek istiyordu? Bu mesajı iyi alsak bugün ben ve pek çok arkadaşım Silivri’de olmayacaktı. Herşeye rağmen şayet ceza alırsam da sevineceğim.

Zira ceza da bir tür mükafattır. Şeriatın kestiği parmak acımaz!

***

Silivri’de ilk gecem, benim, bir Genelkurmay Başkanının kendisini sigaya çekmesi hayalimin bir tezahürü. Gerçekten o, bunları düşünüp yazmış olabilir mi? Neden olmasın, o zaman milletin gönlünde bambaşka bir yere oturabilir. Herkese bir tövbe şansı vermek lazım. Çünkü bu her insanın hakkı, bizi diğer canlılardan ayıran bu özelliğimiz.





Titanic nasıl battı ve alınacak dersler

Titanic’in batışının 100. yıldönümünü idrak ediyoruz. Bu olayın gerçekten çok ilginç bir hikâyesi var. 10 Nisan 1912 yılında İngiltere’nin Southampton limanından Amerika’nın New York kentine gitmek üzere yola çıkan dünyanın en büyük transatlantiği gerçekten gıpta ile bakılacak özelliklere sahipti.

2340 kişi yolcu kapasiteli, 271 metre uzunluğunda, 28 metre genişliğinde, 29 metre derinliğinde, deplasmanı 60.000 ton olarak inşa edilmiş, çift tabanlı tekne gövdesi, 16 su geçirmez bölmeden meydana gelmişti. 500 kişilik yemek salonu yanında, ayrıca daha küçük kabul salonları da mevcuttu.

Asansörleri, alaturka hamamları ve son derece lüks bir şekilde dekore edilmiş ihtişamlı görüntüsü ile göz kamaştırıyordu. Böylesine güzel bir yolcu gemisinin müşterileri de şüphesiz özel olacaktı.

Batının en ünlü zenginleri ABD’ye yola çıkan bu transatlantikte olabilmek için adeta yarıştılar. Biletler kısa sürede tükendi.

Titanic, ilk seferine görkemli bir törenle başladı. Gemi 22 deniz mili hızla ABD’ye doğru yol alırken içindeki yolcular “vur patlasın, çal oynasın” eğlencenin doruğuna çıkıyor ve kendilerini dünyanın en mutlu insanları addediyorlardı. 14-15 Nisan (1912) gecesi onları ummadıkları bir felaketin beklediğini nereden bileceklerdi.

Titanic, Kuzey Amerika’nın doğusundaki New Foundlan Adası’nın 640 km açığında, 15 km boyunda ve 60 metre genişliğinde bir buz dağına çarptı. Oysa civardaki gemiler telsizle onları uyarmış ve o bölgede büyük buz dağları olduğunu haber vermişlerdi. Gemi, çarpma sonunda ciddi yara aldı ve 15 Nisan sabahı 02.20 sıralarında battı.

Çevreden yardıma gelen gemiler 2340 yolcudan ancak 840 kişiyi kurtarabildiler. Ölü sayısı 1513’dü. İşin tuhaf yanı geminin batışı 4 saat sürmüştü. Ve uzun süre yolculara hiçbir şey hissettirilmedi. O ana kadar gemide içki alemleri ve fuhşiyat devam etti. Geminin orkestrası sular dizlerine gelinceye kadar çalmaya devam ettiler.

Daha önceleri kendisine “Gemi batacak olsa ne yaparsınız?” diye sorulan şef, bu soruyu “Sana her zamankinden daha yakınız ya Rabbi” parçasını çalarım demişti. Şef, sözünü tuttu ve gemi batana kadar, orkestrası ile bu eseri seslendirmeye devam ettiler.

Gemiyi yapan şirket yetkilileri kendilerinden o kadar emindiler ki “Bu gemiyi tanrı bile batıramaz” demişlerdi. Bu büyük söz onlara oldukça pahalıya malolmuştu. Gemi daha ilk seferinde tuz-buz olmuştu. Gemiden kurtulan tek Türk de dünyaca ünlü tıp doktorumuz Besim Ömer Akalın’dı.

Akalın, New York’taki bir tıp kongresine katılmak üzere Paris’teki bir gemi acentesinden bilet almış ve o da Marsilya’dan gelirken fırtınaya yakalanmış, Titanic’e yetişememişti.

Generallik rütbesine ulaşan bu tıp doktorumuz ancak iki gün sonra geminin batışını öğrendiğinde binemediğine binlerce şükredecek ve şunları söyleyecekti: “Hayatımı bir vapur kaçırmama borçluyum.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Fatih Uğurlu Arşivi