Ali Eyvaz

Ali Eyvaz

Bu adamlar durdurulmazsa taş kesileceğiz

Bu adamlar durdurulmazsa taş kesileceğiz

Taş kesilmiş insanlar vardır, hepimizin bildiği… Kapadokya kalıntılarından, kanyon kesitlerinden, mağara sarkıtlarından, binbir gece masallarından tanırız onları. Kimisi Napoli’deki helak olmuş Pompei şehri gibi ispatlanmış gerçekliğiyle durur karşımızda, kimisi ise bu türden bir realitenin çok daha ötesinde anlam derinliklerini ihtiva eder.

İnsan muhayyilesinin hep bir yerlerinde saklıdırlar. Tarihe göndermeleri vardır elbette, ancak bildiğimiz formel tarihle ilgisi olmayan, zihinsel bir eski zaman dehlizinde takılı kalmışlardır.

Aslında var mıdırlar yok mudurlar; eskiler bununla pek ilgilenmezdi. Zaten taş kesilenler de kendilerinden sonra gelecek olanlar, mevzunun bilimsel kısmını tırtıklasınlar diye var olmuş değillerdi.

Şimdi kimi çokbilmişlerin “rüzgar oymuş bunları canım” deyip geçtiği sıkıcı ve sıradan bir tabiat olayı olmadıkları için o sarsıcı hikayelerin hüzünlü sonlarının esas oğlanları ve kızları olmuşlardı.

Modern insanı hiç de sarsmayan bu hikâyelerin kahramanları bir zaman sonra post-modern piyasanın en aranan ikonları haline geldiler. Üstelik de zihinlerde geleneksel biçimde işgal ettikleri formların tamamen dışında, yepyeni üretim malzemelerine dönüşerek.

Her şey gibi efsaneler de bu çağda en bayağı bir oburlukla iğfal ediliyor.

Bacak kadar çocuklar bile daha ilk mektepte pedagoji manyağı yeni yetme öğretmenlerin ellerinde, ya da evdeki tırsak anne-baba marifetiyle ukala birer makineye dönüşüyorlar. Duydukları her efsaneye “ama gerçek değil bunlar, öyle değil mi?” tepkisi veriyorlar. Büyüdüklerinde ise yapmacık bir çocuklaşma eğilimine girip, bu sefer de “market raflarından alışveriş arabasına doldurur gibi” mekanik seri üretim yollu efsane depoladıklarını görüyoruz. Şems-Rumi romanları gibi mesela.

Çünkü şeksiz ve şüphesiz olan “inanmak” faslını ne yazık ki çoktan geçmiştirler.

Üçüncü sınıf Amerikalı bir Hazine Avcısı merakıyla çoktan yabancılaştığı ruhunun içinde ancak bir oryantalist soğukluğuyla dolaşabilmektedir. Hal böyle olunca da orada ne bulursa onu birer “piyasa malı” gibi teşhire meyyaldir.

“İnanmak” yerine savunmak, kanıtlamak, çözmek, başarmak, kazanmak, satmak fiillerinin dünyasında her efsaneyi istediği kılığa sokabiliyor, birer sirk enstrümanı halinde sahneye sürebiliyordur.

Geçmiş dönem kahramanları, büyük devrimler, gazaba uğratılmış milletler, görkemli savaşçılar, evliyalar, peri padişahının kızları vs. hep bu türden bir üretimin sığ ve yoz figürleri haline getirilmektedir. Hele bir de buna siyasi ve ticari birtakım hesaplar eklenirse, ortaya çok iğrenç sonuçlar çıkması işten bile değildir.

Bu kahredici süreç, sadece geçmişe doğru değil, bugüne ve geleceğe dönük olarak da işletilmektedir.

Uli Edel’in çektiği Baader-Meinhof Komplex filmi buna verilecek en iyi örnektir. 1970’lerin ortasında kanlı bir biçimde tasfiye edilen Almanya merkezli RAF’ı (Kızıl Ordu Fraksiyonu) konu alan bu film, RAF’ın ve üyelerinin Vietnam işgaline, İsrail terörüne ve kapitalist sisteme olan samimi isyanlarını ve dönemin Alman hükümetinin bu kişileri yargısız infaz yöntemleriyle nasıl acımasızca yok ettiğini işlemek yerine, sürekli esrar çekilen bohem mekanlarda her türlü sapkınlığın içindeki gençlerin “devrimci hayaller” kurduğu o ezberlenmiş sahneler gösterilir.

Halkın gözünde bu tür kişilerin ya “hasta” ya da “ileri derecede ahlaksız” olarak lanse edilmesi, mevcut sistemin propaganda yöntemleri bakımından anlaşılabilir de asıl anlaşılmaz olan, bir zaman sonra bu yapay figürlerin gerçek hayatta “devrimcilik” iddiasında bulunan kimileri tarafından bir elbise gibi giyilmesidir. Yani hükümetlerin, devrimcileri karalamak ve onları toplumun gözünde marjinalleştirmek için ürettirdiği bu yalan yanlış dünya, bir müddet sonra “devrimci” olma hevesindeki kimi salakların gerçek dünyası haline gelivermiştir.

Solda sıkça karşılaşılan bu lümpenlik, siyasallaşma ve sosyalleşme hevesindeki muhafazakar gençlerde de tekrarlanıyor ve giderek yaygınlaşıyor.

Mesela Filistin duyarlığından yola çıkmış bir şiirde veya edebi metinde “Beyrut’ta sevgilimle bir kafede, Hizbullah militanlarına çay ısmarlıyorum. Masaya Kudüslü gençler geliyor. Arap Baharını konuşuyoruz…” ya da “Gözlerin Tahrir Meydanı gibi Leyla, kalabalık ve kararsız, gayrı ver kararını” tarzında arabesk absürtlükler, yukarıda bahsi edilen post-modern iştiha ile benzetilmiş efsanelerin kapitalist üretim çarpıklığına yazılabilecek düzeysizliklerden sadece birkaçı.

Tıpkı Mahzun Kırmızıgül’ün siyasi ve sosyal mesajlı dramlar olsun diye çektiği ve fakat teravih namazına gelmiş çocukların birbirlerini tetikleyerek kontrol dışına çıktıkları gülme nöbetlerine denk durumlara namzet, fena halde “ciddi”(!) filmlerinde rastladığımız türden tiplerin bir zaman sonra gerçek hayatta karşımıza kanlı canlı, konuşan organizmalar olarak çıkmaları gibi bir kâbustur bu.

Üstelik bu kâbus, efsanelerin tabiatını iğfal ederken, yarının hikâyelerini örmek bakımından hepimizi içine almakta.

İçi geçmiş duygular, zamanında yaşanmamış rutinler; korkular, sevinçler, maceralar… Kırkından sonra bunları keşfedip bir de el âleme pazarlamaya kalkışırsan, Güneydoğu’dan yeni bir Mem û Zin çıkaracağım derken yöre halkını “sarışın İngiliz kadın kaynatan korkunç yerliler” klişesinde sunup, bir ucuz Hollywood kepazeliğini tekrarlarken yakalarsın kendini.

Bin yıl sonra yüzlerimizde görgüsüz bir lümpenin yılışık pişkinliğiyle zafer işareti yaparken taş kesilmiş halde bulunmaya ramak kalındığını ilanen duyurmalıyız. Yarın geç olabilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ali Eyvaz Arşivi