Necmettin Türünay

Necmettin Türünay

Nefs-i Ankara’da birkaç akşam

Nefs-i Ankara’da birkaç akşam

Eski Tahrir Defterleri’ne şehirler kaydedilirken nefs-i Karahisar, nefs-i Sandıklı, nefs-i Maraş gibi ifadelere başvurulur. Şehir ve tarihi kaza merkezlerini mücâvir alanlardan ayırmak için başvurulur bu ifadelere. Bu ölçüye göre nefs-i İstanbul dediğimiz zaman Suriçi’ni, bilhassa da eski Eminönü’nü ve Fatih’i kasdetmiş oluruz.

İşte bu ölçüye nisbetle, bulunduğunuz şehir ve kasabaların “nefs”i, yani ilk tekevvün merkezi neresidir onu siz de tayin edebilirsiniz. Tâ Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde fetih edilmiş şehirlerde, ilk Türk ve İslâm yerleşmeleri nerelerde vuku bulmuş, ilk tarihi camiler nerelerde inşa edilmiş, hamamlar ve medreseler nerelerde açılmış gibi!..
Dikkat ederseniz eski şehirlerde türbeler, tekkeler zaviyeler hep bu bölgelerde bulunur.
Şimdi şehirler modernleştikçe, düz ovalara doğru kaydıkça kayıyor. Ya ana yol kenarlarına, ya akarsu boylarına açıldıkça açılan şehir ve kasabalar, neticede asıl kendi merkezlerinden, tarihlerinden, daha mühimi de kendi hafızalarından uzaklaşıyor da uzaklaşıyorlar.
Dünkü mübarek Kadir’de bu tür mülâhazalar zihnimde Ankara Hacettepe ve Hamamönü’nde bir grup arkadaşla teravih sonrası oturacak bir mekân bulmaya çalışıyoruz. Bilhassa da Hamamönü bölgesinde, o güzelim tarihi mekânlar arasında kalabalık, gürültü, taverna müzikleri eşliğinde dolanıyor, dolanıyoruz. Hangi sokağa, hangi tarihi konağa uğrarsan uğra, fark etmiyor. Hemen hepsinden benzer müzikler yükseliyor. Ya bir oyun havası, ya bir dans müziği, ya da konağın birinden yükselen Süryani müzikleri!..
Buralar yani Ulucanlar, buralar yani Hamamönü!.. Buralar yani nefs-i Ankara!.. Yani Ankara’nın kalbi mesabesinde yerler!.. Biraz yukarılarda Hacı Bayram Camii ve türbesi. Şu tarafta Selçuklu zamanlarından yadigâr Aslanhane Câmii. İşte az arkada, biraz evvel teravih namazından çıktığımız Taceddin Sultan Camii ve dergâhı. Yani Milli Mücadele yıllarında Mehmet Akif’i misafir eden ulu dergâh!.. Nitekim rahmetli Akif’in İstiklâl Marşı’nı yazdığı tarihi mekân da orası!.. Avlularında nice büyük ulemâ ve meşâyih, hemen yanı başlarında da şühedâdan Muhsin Yazıcıoğlu!..
Bu kadar mı? Elbette hayır!.. İşte ilk Osmanlı dönemlerinden yadigâr Doğan Bey!.. Hani Niğbolu savaşında arkadan yetişen Yıldırım Han’ın, “Bre Doğan!..” diye haykırdığı büyük komutan!.. Ömrü ahirinde gelmiş, nefs-i Ankara’nın maneviyatına emanet etmiş kendini. İşte gene o tür komutanlardan biri daha: Karaca Bey!.. Bunların her ikisi de bu bölgede büyük velilerden addediliyor.
Sonra? İşte az ileride Karyağdı Sultan, Kul Derviş, az beride Tezveren Sultan!.. Say sayabildiğin kadar: Sarı Kadı, Hacı Musa, Yeşil Ahi, Hacı Seyit, Hacı Hüsrev!.. Kimisi büyük ulemadan, kimisi büyük meşayihten, kimisi de ihlâs ve adaleti ile temayüz etmiş kadılar zümresinden. Ankara’nın bu bölgelerinde bazan bir cami adı, bazan bir yokuş veya sokak adı olarak, o kadar çok “ahî”, ile karşılaşırsınız ki şaşar kalırsınız.
Şaka değil, tarihi Ankara’nın merkezindesiniz bayım!.. Bakmayın ordan burdan taverna müziklerinin, en pespayesinden göklere âvâze saldığına kulakları tırmaladığına!.. Ayş u işretin sokaklara saçıldığına!. Bakmayın ve kulaklarınızı tıkayın. Nitekim o ulu dergâhlar, camiler, türbeler, mescidler, ahiler, kadılar, komutanlar da öyle yapmamışlar mı?
İşte bu manzara: Hacı Bayram Veli Hazretleri, biraz uzaktan ve yükseklerden, bunun için muğber bakıyor. Adlarını saydığım (çoğunu zikredemiyorum) zatlar ve mekânlar da bunun için kenara çekilmemişler mi zaten? Belli belirsiz hafif bir incinmişlik!.. Öyle mahzûn bir halleri var ki, herhalde bundandır diyorum.
Az ileride de meşhur Ulucanlar hapishanesi!.. Adı nasıldı bilmiyorum, belki de bir demokrasi müzesi şimdi orası. Nitekim geçen hafta Cumhurbaşkanı Gül de orayı ziyaret etmişti. Ulucanlar hapishanesini olsun, iftar vakitlerinden sonra bu serin, kalabalık Hamamönü sokaklarını, konakları olsun, ziyarete gelenler eksik olmuyor Ankara’da. Bakanlar, bürokratlar, magazin ve şamata düşkünü televizyonlar!..
Ne var, ne buluyorlar buralarda diye düşünürken, hatırıma durduk yerde Sultan Ahmet’teki Ramazan eğlenceleri geliyor. Fakat burda seviye daha bir düşük. Ayrıca orda olmayan bayağının bayağısı bir müzik de cabası!..
Öyleyse buralara harcanmış bir emek, tarihi yenileme ve restorasyon hamlesi karşılığını bulmamış demektir. Eser büyük, niyet halis; sunulan hizmetler ise o kadar özsüz ve avami. İşte buraları dolaştıkça, o hâlis niyetlerle bu belirgin çelişkiyi bir türlü izah edemiyorum. Kendi kendime vardığım sonuç şu oluyor: Demek ki diyorum, hangi sınıf ve kültürü öne çıkarmak istiyorsanız, ona göre bir planlama ve hizmet gerekmektedir.
Ayak üzeri Hamamönü, Ulucanlar civarında dolaşırken, bu gürültülü cazbant sesleri arasında; içinden mi, dışarılarda bir yerlerden mi, daha başka ezgili sesler işitiyorum. O ezgili sesler arasında, İskilipli Atıf Efendi boynunu idam sehbalarına uzatıyor!.. Beri yandan da Ahmet Hamdi Akseki ile meşhur Şevket Süreyya Aydemir ve daha garibi Ankara Mevlevihanesi şeyhi bir arada Ulucanlar hapishanesinde koğuş arkadaşlığı yapıyorlar.
O büyük mevlevi şeyhi ki, Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasının ardından dergâhı kilitliyor anahtarını da Vakıf’lara iade için götürüyor. Yetkililerin huzurunda aynen şöyle diyor:
Ya Mevlânâ!.. Buraları sen açtın, biz kapatıyoruz. İşte emanetin!.. (Şevket Süreyya’dan nakil.)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
Necmettin Türünay Arşivi