Fatih Uğurlu

Fatih Uğurlu

Şemdinli’de öldürülen gençlerin ailelerine devlet tazminat vermelidir!

Şemdinli’de öldürülen gençlerin ailelerine devlet tazminat vermelidir!

Türk basınının güzide kalemlerinden biri idi, sevilen sayılan, daha oturaklı bir ifade ile hatırı sayılan bir mensubu idi. Karşılaştığı her güç odağına bir mavi boncuk verir ve onlarla da iyi geçinmeye azami bir gayret gösterirdi. Böyle olduğu için de her gazetede postu serili idi. Hangisine gitse en yüksek maaşı alır, itibar görür ve Bab-ı Âli’de de kendisinden korkulurdu. Siyasilerle, bürokrasiyle, büyük holdinglerle ve tabii en yüksek güç merkezi askerle arasında doğuştan gelen bir bağ vardı. Babası doğduğu gece kulağına ezan yerine “mavi boncuk” şiirini okumuş ve yaşı ilerledikçe de yaşadığı bu ihtişamlı hayatın ancak herkesle iyi geçinmek, her devrin adamı olmak ve mavi boncuk dağıtmasını bilmek olduğunu öğretmişti. Hayatta babasına dahi güvenmeyecek ve sadece kendisi için yaşayacaktı. Öyle ya, dünyaya bir daha gelinmeyecekti. Öyle ise “Vur patlasın, çal oynasın!”

Bu olaya da entelektüel bir elbise giydirdin ve çağdaş, laik söylemlerle de destekledin mi bu hayat tadından yenmezdi. Yalnız dini terminolojiden daima uzak durması öğütlenmişti kendisine. Zira dinî otorite hayata kısıtlamalar getiriyordu. Bir takım tuhaf sözler, kurallar filan. Bunun adına da helâller ve haramlar diyorlardı. Mis gibi viskisini yudumlayacak, her akşam şampanya patlatacaktı, ama din buna haram diyerek mani oluyordu. Muhitinde birbirinden güzel mankenler, arkadaşlarının güzel eşleri vardı. Onlarla bakışmak, birbirine yakışmak, gizli kaçamaklar, göz göze bakışmalar hep o engele takılıyordu. Neymiş, zina olurmuş. “Kendin için istemediğini başkaları için de isteme” gibi tuhaf tuhaf barajlar konuluyordu insan hazlarına. Oysa bu dünya, hazların engin denizinde yüzmek için ne verimli bir alandı. O otorite ise bu alanı ve bu hazları bir imtihan olarak görüyordu. Ne demekse?

Efendim, o saygın yazarımız bu felsefi labirentlerde dolaşırken özel radyo ve televizyon dünyası da aniden patlayıverdi. Şimdi ise bu alanlar daha da çoğaldı. Hele televizyonlar! Görsel yönü de olduğu için yepyeni bir ufuk açılıyordu insanların ruh dünyasına, sınırsız bir özgürlük alanı. Bu yeni dünya, bu iletişim çağı, onun parasal yönden yeni bir patlama yapmasını sağlayacaktı. Her hafta 4-5 kanalda birden program yapıyor ve hatırı sayılır bir gelir elde ediyordu. Bu değirmenin suyunun hep akması için de bir tel cambazı dikkati ile yürüyecekti. Her kanalın ayrı hassasiyeti gözetilecek, genel kabullere özellikle dikkat edilecekti. Çağdaş, laik, Atatürkçü ve günün modasına uygun olarak da akan kanın durması için yoğun çaba harcayan bir yazar ve televizyoncu profili çizilmeliydi. O sırada televizyon ekranlarında arz-ı endam eden bir görüntü, kafasında yeni şimşekler çakmasına sebep oldu. Şemdinli kırsalında bir grup BDP milletvekili, partililerle birlikte yürürken birden önleri 4 kişilik PKK’lı militan tarafından kesiliyordu. Onlar BDP’li bay ve bayan milletvekilleri ile kucaklaşıyor ve yarım saatlik bir sohbetten sonra tekrar omzunda uzun namlulu silahları ile ormanlık alana revan oluyorlardı. Bu ünlü medya mensubu çok duygulandı. Bu gençler çoluk çocuğundan, eşinden uzakta dağda kimbilir ne yer, ne içerler, bayramda nasıl mahzun olmuşlardır diye düşündü. Hemen ünlü bir pastaneyi aradı ve en iyisinden bir koli çikolata hazırlattı. Bir kargo şirketi ile de bu koliyi Şemdinli’ye yolladı. Kolinin gideceği adreste şu not vardı:

BDP Şemdinli İlçe Başkanlığı eli ile dağdaki gençlere bayram hediyesidir.

Sonra da oturup dokunaklı bir yazı kaleme aldı. Artık akan kan ne pahasına olursa olsun durmalıydı. Bu gençlerin dağdaki acısını yüreğinde hissediyordu hazret. Bunları kazanmak için ne gerekiyorsa yapılmalı idi. Mesela son Şemdinli bombardımanında bir sürü genç hunharca bombalanmış ve onlarcası yaralı olarak mağaralarda acı çekiyorlardı. Hükümet gerekirse dağlara seyyar hastaneler kurarak bu gençleri tedavi etmeli ve onları bombalayan askerler yargılanmalı, öldürülenlerin ailelerine tazminat verilmeli idi.

Bu olay yeni bir Uludere idi. Kekliği bol olan bu dağlarda avlanmaya çıkan gençler acımasızca bombalanmıştı. Daha Uludere’nin acısı atlatılmamışken bu nasıl yapılabilirdi?

Bu ünlü medya mensubumuz büyük bir kanalda Kürt meselesi mutlaka barışçıl yoldan çözülmeli diye hararetle konuşurken ajanslara acı bir haberin görüntüleri düşüyordu:

“Van’da depremzedeler için yapılan konteyner kentlerin güvenliğini sağlayan bir polis memuru, PKK’lılar tarafından açılan ateşle öldürüldü. Polisin Bitlis’teki evine kara haber ulaştırıldığında evden Kürtçe ağıtlar yükseldi. İstanbul’da da yüzleri maskeli PKK’lı militanlar halk otobüsünü ateşe verdi ve bir benzin istasyonuna molotofkokteyli atarak istasyonu havaya uçurmak istedi. Büyük facia son anda önlendi ve militanlar ara sokaklara kaçarak izlerini kaybettirdiler.”

Ünlü yazarımız ise hâlâ barışçı çabalarına devam ediyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Fatih Uğurlu Arşivi