Yassıada cinayetlerinden sonra Türkiye

Yassıada cinayetlerinden sonra Türkiye

Değerli siyasetçi Aydın Menderes’le çalışmaya başladığımda Mülkiye’den mezun olmak üzereydim. Ama yıllar sonra farkettim ki Aydın Bey’le birlikte geçirdiğimiz dönem, benim için bir çeşit ‘açık üniversite’nin yerini almış.

Kuşkusuz yakın tarihimizin en acı günlerini bizzat yaşayan bir isimle uzun zaman geçirmek, o günden bugüne olup biteni değerlendirmek benim için çok değerli bir tecrübeydi.

* * *

Ne zaman Eylül ayının ortalarına gelsek Aydın Bey’de tarif edilmesi zor bir hüzün ve durgunluk dikkatimizi çekerdi. O anlarda bunu konuşmamayı tercih eder, 1961 Eylül’ünde yaşananların acısını sessizce paylaşmaya çalışırdık.

27 Mayıs 1960’daki darbenin ardından devam eden sözümona mahkemeler, Başbakan Adnan Menderes ve arkadaşlarını idama götürmeye başından itibaren kararlıydı. Bugün hala 27 Mayıs’ın getirdiği özgürlüklerden bahsedenler, hukuk adına işlenen bu faciayı, Yassıada cinayetlerini ‘küçük yol kazaları’ olarak görüyorlar.

Oysa 1960 darbesinin günahları, sadece Yassıada cinayetleriyle sınırlı değil. Bu hareket, Türk toplumunun bir şekilde hayatında varolan değerleri parçalayan bir süreci başlattı aynı zamanda. Nitekim Adnan Menderes, milletin değerlerine yakın olmanın, onlarla aynı dili konuşmanın bedelini ödedi.

1960’dan önce de önemli sorunlar ve ayrışmalar vardı. Ama 27 Mayıs’tan sonra Türkiye’de hiçbir tartışmayı bütün olarak ele almak mümkün olmadı. Zihinler parçalandı, kutuplaşmalar arttı, derinleşti.

Bizde aydınların, okumuş yazmış insanların ‘din’le olan irtibatlarını, ilgilerini kaybetmiş olmaları yeni değil. Ama 27 Mayıs sonrasında işin iyice çığrından çıktığını görmekte yarar var. Üstelik daha da kötüsü oldu. ‘Din’e sahip çıkmak adına hareket edenler, meseleyi iyiden iyiye ‘partizan’ bir üslupla ele almaya başlayınca seviye tamamen düştü.

* * *

Türkiye, hayati önemdeki tartışmalarını ne yazık ki böyle bir geçmişle ve birikimle yürütüyor. Sözgelimi sadece bugün olup bitene bakan birisi, Hürriyet gazetesini ya da grubun diğer yayın organlarını ‘samimi dindarların savunucusu’ gibi görebilir.

Oysa bu üslubun, mesela Bekir Coşkun’un, Yılmaz Özdil’in, Özdemir İnce’nin, Yalçın Doğan’ın, Mehmet Y. Yılmaz’ın, Yaşar Nuri Öztürk’ün, 27 Mayıs’ı kotaranların devamı olduğunu; milleti ve onun değerlerini hafife alma konusunda aralarında sadece seviye farkı olduğunu söylemek mümkün.

Günlerdir bu grup Deniz Feneri davası üzerinden bir tartışma yürütüyor. Gerçi buna tartışma yerine ‘kampanya’ demek herhalde daha uygun olur.

Söyler misiniz aranızda bu adamların yaptıkları işi, yazdıkları yazıları, haberleri samimi bulan, onların gerçekten ‘din istismarı’na karşı çıktığına inanan var mı?

Almanya’daki dava sonuçlandı. Malum medya grubunun ortaya attığı iddiaların önemli bir bölümü asılsız çıktı. İşi Başbakan Erdoğan’a bulaştırma gayretinden ustaca kıvırıp, ‘Türkiye ayağında neler var, neler’ noktasına taşıdılar.

Bunların da ne olduğunu göreceğiz. Deniz Feneri tartışmaları kime ne getirecek, onu da göreceğiz.

Ama bir noktanın altını çizelim. Bu davayı saldırgan bir üslupla gündeme taşıyanların dertleri ne samimi dindarlar, ne de istismar.

Geçmişten bugüne sözkonusu çizginin asla böyle bir hassasiyeti olmadı, olamaz da.

Hele aralarında ‘Ben bunları iyi tanırım, daha beterini de yaparlar’ edasıyla gezenler yok mu.

İşte onlara tahammül etmek gerçekten zor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi