Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Şapka

Şapka

3 Aralık “Kıyafet Kanunu’nun kabulü” günüydü (1934). Yani “Şapka İnkılâbı” günü… Başka olaylarla cebelleşirken, konuyu ıskaladık. Yine de hiç yazmamak olmaz.
Osmanlı insanı, çok çeşitli başlıklar kullanırdı. Bunların en yaygını “kavuk” ve “külah”tı. Öyle zamanlar oldu ki; sadece saraydaki yüksek rütbeli subayların giydiği başlık çeşidi 43’e çıktı. Hükümet ve devlet görevlilerine ayrılan başlık sayısı ise 27 idi. Hiç kimse kendine ait olmayan renk ve şekilde bir başlığı başına koyamazdı. Sadrazamdan, kâtibe kadar herkesi başlıklarından tanımak mümkündü. (Bu, mezar taşlarına kadar yansıdı).
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırıldığı tarihe kadar (1826) böyle devam etti. O tarihi takip eden günlerde, Akdeniz’de seferde bulunan Kaptan-ı Derya (Deniz Kuvvetleri Komutanı) Koca Hüsrev Paşa, Sultan İkinci Mahmud’un, Yeniçeri Ocağı’ndan geriye hiçbir alâmet ve kıyafet (âdetimizdir, öteden beri kılık kıyafetle uğraşmayı pek severiz) bırakmak istemediğini öğrenince, Tunus’tan bir miktar fes alıp tayfalarına giydirdi. İstanbul’a döndüğünde, subaylarıyla birlikte Padişah’ın huzuruna başında fesle çıktı. Fes, inkılâpçı Padişah’ın hoşuna gitmişti.
Tunus’tan, hemen elli bin adet fes getirtildi. Daha sonra da, fes üretmek üzere, İstanbul / Eyüp Sultan’da bir “Feshane” kuruldu. 1828’de çıkartılan bir kıyafet nizamnamesiyle de fes, resmi başlık oldu. Bazı itirazlar yükselmedi değil; ancak yeni başlığın sarık gibi sipersiz oluşu yüzünden secdeye gitmeyi engellemediği belirtilerek, iş fetvaya bağlandı. Zamanla da moda haline geldi. O kadar ki; bir dönem kadınlar bile fes giydi. Daha önce Jön Türkler’in de Atatürk İnkılâpları’na benzer projeleri olduğunu, ayrıca Başkomutan Vekili Enver Paşa’nın, 1. Dünya Savaşı öncesinde, “şems-i siperli başlık” (şapka) giyip orduya da giydirdiğini, buna halk arasında “Enveriye” dendiğini, 1. Dünya Savaşı’nın patlamasıyla bu projenin rafa kaldırıldığını kaydederek bu bahsi noktalayalım.

Mustafa Kemal, Anadolu’ya gönderilmeden çok önce, kendi Türkiye’sini oluşturmuş, Erzurum Kongresi sonrasında ise, kendi Türkiye’sini İbrahim Süreyya (Yiğit) ve Mazhar Müfit’e (Kansu) madde madde yazdırmıştı:
“Bir: Zaferden sonra hükümet biçimi Cumhuriyet olacaktır…
İki: Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince gereken muamele yapılacaktır…
Üç: Tesettür (örtünme) kalkacaktır…
Dört: Fes kalkacak, uygar milletler gibi şapka giyilecektir…
Beş: Latin harfleri kabul edilecektir.”
Bunlara bir de tarih konmuştu: “7-8 Temmuz 1919. Sabaha karşı.”
Mazhar Müfit, Mustafa Kemal Paşa’nın talimatıyla aldığı notları, zafer kazanılana kadar kimseye göstermeyecekti. Bu bir emirdi. Yani Mustafa Kemal, Anadolu’ya gönderilmeden çok önce kendi Türkiye’sini oluşturmuştu. Onu Anadolu’ya gönderen Sultan Mehmed Vahideddin, bir anlamda planlarını gerçekleştirmesine yardım etti. Böylece, farkında olmadan hem kendi sonunu, hem de Osmanlı Hanedanı’nın sonunu hazırladı: Kader işte!

Atatürk’e göre şapka; çağdaş olma, evrensel medeniyete katılma, kafaların içini hurafelerden kurtarıp, bilimsel düşünceye açma yolundaki çabaları destekleyecek en önemli adımdı. Kişinin kıyafetini değiştirmekle ruhsal yapısının da değişeceği varsayılıyordu. “Arkadaşlar..”, diyordu, şapkalı olarak ilk kez gittiği Kastamonu’da: “..Turan kıyafetini araştırıp canlandırmaya gerek yoktur. Medeni milletlerarası kıyafet, milletimiz için layık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz. Ayakta iskarpin veya potin, üstünde pantolon, yelek, gömlek, kravat, ceket ve doğal olarak bunların tamamlayıcısı olmak üzere başta siperi şemsli serpuş; bunu açık söylemek isterim, bu başlığın ismine şapka denir. İsterseniz bildireyim ki; bu kadar yüksek ve mühim bir neticeye varmak için, gerekirse bazı kurbanlar da verelim...” (K. Z. Gençosman, Atatürk Ansiklopedisi, İstanbul 1981, X, 67)
Anlaşılan bu iş, “kurban” vermeyi göze aldıracak kadar önemliydi. İskilipli Atıf Hoca da maalesef “kurbanlar”dan biri olacaktı. Atatürk Ankara’ya döndüğünde kendisini karşılayan “üst düzey”lerin tamamı şapkalıydı. Hava ile birlikte moda anlayışı da değişmiş, hayat bir gün içinde başkalaşmıştı. Zaten hazırda bekletilen “Şapka İktisasına (giyilmesine) Dair Kanun” Tasarısı hemen Büyük Millet Meclisi’ne sevk edildi. Ama geçirmek çok kolay olmadı. Tasarı görüşülürken, taslağın Anayasa'ya aykırı olduğu ileri sürüldü. Bunu ileri süren Bursa Milletvekili Nurettin Paşa’ya, Atatürk’ün yakın çevresinden zamanın Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) çok sert çıktı: “Hürriyetin nasibi, irticanın elinde oyuncak olmak değildir… Ülkenin çıkarlarına olan şeyler hiçbir zaman Anayasa'ya aykırı olamaz, olmaması mukayyettir (belirlenmiştir).”
Tabiî herkes sustu. Şapka kanunlaştı. Artık erkeklerin şapka dışında başlık giymeleri suçtu. Ama o sırada ülkede yeteri kadar da şapka yoktu. İnsanlar şapkaya benzer ne bulurlarsa başlarına geçiriyorlardı. Hatta Rum kadınlarının giydiği şapkalar bile bir süre üst tabaka erkekler tarafından kullanılmış, bu yüzden trajikomik görüntüler oluşmuştu.
Şapka Kanunu’nun çıkmasıyla birlikte Erzurum, Rize, Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Samsun, Trabzon ve Gümüşhane’de sert direnişler yaşandı. Ama hepsi çok şiddetli, hatta vahim bir şekilde bastırıldı. Mesela Trabzon’un Of ilçesi, Hamidiye Zırhlısı tarafından bombalandı. “Bizim uşaklar”ın, “Atma Hamidiye atma, şapka da giyeceğuk, vergi de vereceğuk” diye aman dilemeleri meşhurdur.
Oysa, şapkadan başka bir başlık giymekte direnmenin cezası, kanuna göre, 3 aya kadar hafif hapisti. Ama şapka, İstiklâl Mahkemeleri’nin en önemli konusu haline getirildi. Ve şapkaya direndikleri gerekçesiyle, başta İskilipli Atıf Hoca olmak üzere, Rize’de 8, Maraş’ta 7, Erzurum’da 4, Sivas’ta 3, İskilip’te 2, Menemen’de 28 olmak üzere, çeşitli yerlerde toplam 78 kişi idam edildi.
Atatürk’ün Kastamonu’da dediği gibi, “Yüksek ve mühim bir neticeye varmak için… bazı kurbanlar” verilmiş, böylece maksat hasıl olmuştu.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi