Yazar D. Mehmet Doğan'dan Çarpıcı Açıklamalar
Suudlar Kâbe’yi de Yıkabilir!
Yazar D. Mehmet Doğan, Harem’i Şerif’teki “yenileme” çalışmalarını değerlendirirken, Suudların bir gün Kâbe’yi de “yıkabileceklerini” söyledi.
D. Mehmet Doğan, sessiz ama derinden çalışmalar yürüten gerçek bir aydın. Bugünkü AÜ İletişim Fakültesi’nin ilk(1972) mezunlarından.. O zamanki adı Basın Yayın Yüksekokulu olan İLEF’i birincilikle bitiren Doğan, Türk Tarih Kurumu, TRT, Kültür Bakanlığı ve RTÜK gibi kurumlarda önemli görevlerde bulundu.
Türkiye Yazarlar Birliği Vakfı ve Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı’nın kurucularından olan Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük’ü hazırlayan; Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi ile Türk Aile Ansiklopedisi’nin yayınını yöneten isim.
Bazı üniversitelerde yazarlık dersleri verdi.. Hareket, Türk Edebiyatı, Mavera, İslâm, İlim ve Sanat, İzlenim ve Nehir dergilerinde yazılar kaleme aldı. Halen Akit’te yazıyor, Türkiye Yazarlar Birliği’nin Şeref Başkanlığı görevini yürütüyor.
Suudilerin modernize politikalarından Harem’i Şerif’in şuan ki haline, yeni kitaplarından TYB’nin çalışmalarına, Türk insanının neden okumadığından Türkiye’nin aydın sorununa, sol ve muhafazakar camiaların içinde bulundukları durumlardan medyanın genel tavrına kadar pek çok konuda sorular yönelttiğimiz D. Mehmet Doğan, çarpıcı değerlendirmelerde bulundu. Doğan, ayrıca 28 Şubat sürecinin RTÜK’üyle ilgili son derece çarpıcı bilgiler verdi.
Umre’den yeni gelmişti, izlenimlerini Habervaktim’le paylaşan Doğan, Harem’i Şerif’teki “yenileme” çalışmalarını değerlendirirken, Suudların bir gün Kâbe’yi de “yıkabileceklerini” söyledi.
Fatih Akkaya / Habervaktim.com
Mehmet Doğan’la söyleşimizin birinci bölümü şöyle:
HAREM-İ ŞERİF’TE DURUM İÇLER ACISI
-Umredeydiniz, nasıl geçti? İzlenimleriniz nelerdir?
D. M. Doğan- Kısacık bir umre, sadece10 gün. Mekke, Kâbe, Medine, Kubbe-i Hadra… Zaman, kısıtlı. İbadet, muhasebe ve murakabe ile geçen günler. Bu arada Yeni Akit’e günlük yazmaya devam ettim.
-Suudiler Harem-i Şerif’te bir takım yenileme çalışmaları yapıyor. Bu konuda İslâm dünyasının görüşlerine başvurulmaması sizce ne anlama geliyor?
D. M. Doğan- Suudilerin İslâm dünyasının görüşlerine başvurmak, onlardan yararlanmak, ortak İslâm aklını ortaya çıkarmak, Müslümanları ikna etmek-razı etmek gibi bir tutumları yok. Kendi görüşlerini, yaklaşımlarını en doğru olarak görüyorlar. İslâm dünyası kendi görüşlerine uyum sağlarsa ancak felaha erer diye düşünüyorlar. Onlar Mekke ve Medine’nin hâkimleri, sahipleri, onlar ne derse o olur!
-Çalışmalar kapsamında “Harem’deki Osmanlı izlerinin bir bir silinmesi” konusundaki düşünceleriniz nelerdir?
D. M. Doğan- Mesele “Osmanlı izleri” meselesi değil. Dört yüz yıldan fazla zamandır Kâbe’yi çevreleyen, Harem-i Şerif’in tanzimi hususunda basit ama hâlâ geçerli düşünce temeline dayanan bir çözüm sözkonusu. Osmanlının veya başkasının olması o kadar önemli değil.
Tabiî şunu da gözden kaçırmayalım: Osmanlı büyük bir mimarî gelenek devraldı ve bunu çok geliştirdi. Yaptıklarını bu çerçevede yaptı. Osmanlının maddî izlerinin silinmesinden çok bu büyük mimarî geleneğin anlaşılması, bugüne uyarlanması esas olmalı.
VAHABİLİK MODERNİZME TESLİM OLDU
-Modernize edelim derken, Harem ruhundan; çevresi Hz Peygamber’in hatıralarından adım adım uzaklaşıyor mu sizce de?
D. M. Doğan- Suudların benimsediği “vahabilik” modernizme, her türlü yeniliğe kökten karşı bir akım idi. Osmanlıyla zıtlığının temelinde de bu vardı. Selefiliği son noktaya kadar götürmüş bir zihin, bugün geldi modernizme külliyen teslim oldu. Çünkü kendi çözümleri yoktu, sıfır noktasındaydılar.
Bunu da daha yeni Mekke’yi, Medine’yi görmüş olarak söylüyoruz. Bu karşıtlığın nasıl bir aynılığa dönüştüğünü anlamak da mümkün.
Siz reddediyorsanız, bu reddin gereği olarak yıkıyor ve yok ediyorsunuz. Suudlar 19. Yüzyılın başında Mekke ve Medine’yi ele geçirdiler. Bid’at olduğu için bütün türbelerin kubbelerini yıktılar, kabir ziyaretini, bu arada Hz. Muhammed’in kabrini ziyaret etmeyi de yasakladılar. Bir şey daha yaptılar: "Hücre-i Saadet” denilen Peygamberimizin kabrini yağmalamadılar! Kubbe-i Hadra’yı, yani Peygamber kabrinin üstündeki kubbeyi, yıkamadılar. Osmanlı merkezinin talimatıyla Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa ve oğulları Suudları mukaddes topraklardan çıkardı.
İkinci dalga yüz yıl sonra geldi…Birinci hamlede yapılamayanları sindire sindire yapmak için neredeyse yüz yıllık bir süre…Şimdilik sadece Kâbe kalacak…
KABE'DEN EN SON KARELER İÇİN TIKLAYIN...
DİNDEN ÇOK KAPİTALİZMİN DEĞERLERİNİN ORTAKLIĞI SÖZKONUSU
-Bu hususta Türkiye’nin yapabileceği bir şeyler olamaz mı?
D. M. Doğan- Türkiye bugüne kadar bir şeyler yapmış olmalı. Cumhurbaşkanı, Başbakan. Onlar da “ne olacak Türkler atalarının mirasını korumak istiyor” demişlerdir. Dünya hiç yok ortada. Afganistan’da budist mabedlerinin tahribi için ayaklanan dünya sanat, kültür, tarihi eser camiası, ortalıklarda görünmüyor. İslâmî devre ait eserler, Osmanlı yapıları korunmayı gerektiren, dünya mirasında yeri olmayan eserler olmalı!
Ya Türkiye’nin dinî kanaat önderleri, tarikat, cemaat temsilcileri? İçeride herkes birbirini çok basit konularda eleştirirken, Suudlara yönelik dedikodudan başka bir şey görülmüyor. Hatta işin ticaretini yapan bazıları Suudların tam bir tekebbür örneği olan, Londra’da Westminister Katedrali’nin kulesinin benzerini, Zemzem Tover denilen kule ve binayı yeni tanıtma broşürlerine iftiharla yerleştirmişler. Altı yüz katlı devasa bina ve onun önünde nokta gibi Kâbe... Bunlar neyi öne çıkardıklarını, alkışladıkların bilmiyorlar!
“Bilmiyorlar” diyoruz ama, kapitalizmin müşterekleri Suud’da olduğu gibi, bunlarda da aynı. Dinden çok, kapitalizmin değerlerinin ortaklığı sözkonusu.
“KÂBE KÜÇÜK KALIYOR, YÜKSELTELİM” DİYEBİLİRLER
-Şimdilik “Kâbe” dediniz. Yani bir gün Kâbe’yi de yıkabilirler mi?
D. M. Doğan-Bu tahakkümcü, tagallüpcü anlayış Kâbe’nin etrafını bu kadar değiştirdikten sonra, Kâbe’yi neden değiştirmesin? Kâbe çok katlı binaların kuşatması altında, adeta kuyuda gibi. Ta yanına varmadan göremiyorsunuz. Eskiden Mekke’ye gelen en önce Kâbe’yi görürdü, Kâbe’de Mekke’yi. Şimdi ne Mekke Kâbe’yi görebilir, ne de Kâbe Mekke’yi! Bu durumda pekâlâ “Kâbe görünmüyor, küçük kalıyor, bunu büyütelim, yükseltelim!” diyebilirler!
Doğan’dan “Muhafazakar Camia” Eleştirisi
"Modernist eğilimler, zevkler inançlı kesimi dönüştürüyor. Kendi kültürünün, edebiyiatının, mûsıkısinin değerini kavramayanlar hayatı ödünç aldıkları gibi, bunları da ödünç alıyorlar. Cazdan, poptan başka müzik tanımayan, bizi anlayamaz!"
Yazar D. Mehmet Doğan, söyleşimizin ikinci bölümünde, yeni kitapları ve kurucusu olduğu Türkiye Yazarlar Birliği’nin çalışmaları hakkında bilgi veriyor.
İnsanlarımızın okumama alışkanlığını neye bağladığını sorduğumuz Doğan, harf inkılabı ve dil devrimine işaret ediyor.
Doğan, muhafazakar camiayla ilgili dikkat çeken bir eleştiride bulunarak “Muhafazakâr camia şu sıralar kapitalini muhafaza ediyor; makamını, mevkiini muhafaza için çaba sarf ediyor. Onun dışında, özüne nüfuz etmeden dindar görünümlü bir hayatı sürmeye çalışıyor” diyor.
Ve konu Türkiye’nin aydın sorununa geliyor… Doğan’ın tespit ve değerlendirmeleri yine hayli çarpıcı oluyor.
Fatih Akkaya / Habervaktim.com
Yazar D. Mehmet Doğan’la yaptığımız söyleşinin 2. bölümü şöyle:
-Harem’den ülkemize, size gelirsek.. Nelerle meşgulsünüz bu aralar? Yeni kitap çalışması var mı?
D. M. Doğan- İki tane baskısı tükenmiş kitabım bugünlerde yeniden yayınlandı, Türkendülüsiye ve Yüzyılın Soykırımı. “Türkendülüsiye-Hilâl Operasyonu” 28 Şubat günlerinin ağır İslâm karşıtı havasında kaleme alınmıştı. 8 asırlık müslüman yurdu Endülüs’ün kaybından sonra sıranın Türkiye’ye geldiğini, gelebileceğini hatırlatan bir kitap. Bunun olmamasını istiyorsak, olmasını isteyenlerin zihniyetini bilmek ve ona göre hareket etmek durumundayız. Yüzyılın Soykırımı ise, Türkiye’nin zihin dünyasını kana bulayan, düşünce dünyamızı dumura uğratan dil devrimi ve kelime katliamı ile ilgili.
Geniş açıklamalı bir Safahat hazırlıyorum bir taraftan. Memlekette son bir kaç yıldır resmi -gayri resmi kurumlar habire Safahat basıyor. Sade ve hatta fakir bir hayat yaşamış Mehmed Âkif’in eseri lüks baskılı, ciltli, parlak yaldız kutulu olarak çoğaltılıyor. Kutunun içine bakan yok! Baksalar, görecekler: Bunu basmak değil, anlaşılır kılmak önemli. Elbette metne sadakat da işin başı. Fakat anlı şanlı bir büyükşehir belediyemiz gibi yapanlar da var. İnternetten yalan yanlış metinler indirip, Wikipedi’yi kopyalayıp “prestij Safahat” yayınlıyorlar! Bunu da ülkenin üst kademesine hediye ediyorlar, böylece prestij sağlıyorlar!
-Hangi belediye?
D. M. Doğan- İsim önemli mi? Küçük belediye küçük yanlışlar yapıyor, büyük belediyeler daha büyük! Hadi biraz daha açalım, Türkiye’nin ikinci büyük belediyesi!
-Kurucusu olduğunuz Türkiye Yazarlar Birliği’nin çalışmaları nasıl gidiyor?
D. M. Doğan- Türkiye Yazarlar Birliği bu sene 35. Yılını kutluyor. 35 yıl bir nesil demek. Türkiye’de gerçek sivil toplum kuruluşu olmak kolay değil. “Sivil” denilen bazı meşhur kuruluşlar kim bilir kimin adına, ne için kurulmuş ve yaşatılmıştır? İçeriden veya dışarıdan ne türlü destekler almaktadır?
Yazarlar Birliği, gerçek bir “gönüllü kuruluş”. 1978’de kuruldu, 35. Yaşına girdi. Kültür dünyamızda gelenek oluşturdu. 35 yıl önce Mehmet Âkif anmalarını başlattı, bu büyük değerimizin unutulmasını önledi. 30 yıldır yılın yazarları, sanatçıları değerlendirmesi yapıyor, böylece sağlam bir ödüllendirme sistemi oluşturdu. 28 yıldır Kültür ve Sanat Yıllığı yayınlıyor. Mesnevi okumaları 14. Yılında. Yazar Okulu, alanında düzenli tek öğretim programı. İstanbul’da Edebiyat Mevsimi 5. Yılına ulaştı.
Nelere rağmen ve ne zahmet ve emeklerle!
Sağın, İslâmî camianın alıştığı bir kurumlaşma değil Yazarlar Birliği; ne siyasete sırtını dayıyor, ne de sermayeye. O yüzden de ne destek alır, ne yardım. Kendi yağı ile kavrulur, doğru bildiğini yapmaya, kültür alanında yapmaya çalışır.
Buna rağmen, 35 yıla ulaştık. 35. Yılda çok sayıda faaliyet planlandı. Yurt içinde ve yurt dışında. En önemlisi, bu sene onuncusu yapılacak olan “Türkçenin Uluslararası Şiir Şöleni”. İlki 1992’de Bursa ve Konya’da yapılmıştı. Dokuzuncusu Kosova-Prizren’de yapıldı. Her defasında başka bir ülkede yapılıyor. Bu sene mayıs ayında Bişkek’te, Kırgızistan’da yapmayı planlıyoruz.
Bu faaliyeti Sayın Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül himayelerine aldı. Bugüne kadar yapılanlardan da geniş katılımlı, zihinde yer edecek bir şölen gerçekleştirmeye çalışacağız.
-Başka akılda kalacak faaliyetler de olacak mı?
D. M. Doğan- Çok! 2. Ahlâk Şurası’nı Konya Büyükşehir Belediye ile yapacağız. Tarihi roman, dizi furyası yaşanan bir dönemde “Tarihi Roman ve Romanda Tarih” sempozyumu planlıyoruz. Tarihi romanları, dizileri masaya yatıracağız. Cumhuriyetin 90.yılında Türk edebiyatı sempozyumunu Bakü’de yapmayı düşünüyoruz. Türkiye’nin şubemiz bulunan veya bulunmayan bir çok ilinde faaliyetimiz olacak.
HARF İNKILABI VE DİL DEVRİMİ İLE KIRILMA YAŞANDI
-Eminim ki, çok okuyan birisiniz? İnsanlarımızın okumama alışkanlığını neye bağlıyorsunuz? Okumayı neden sevmiyoruz?
D. M. Doğan- Bir zamanlar bu ülkede okur yazarlar gerçekten okur yazardı! Yani sadece diploma almak için okumazlar, kitap da okurlardı. Öyle sanıyorum ki esas kırılma harf inkılabı ve dil devrimidir.
Eski harfli okuma! Öztürkçe olmayanı okuma! Bu Arapça, bu Farsça! Halis Türkçe kitaplar çöp sepetine atıldı. Kitap değersizleştirildi.
Ayrıca bitmez tükenmez kitap yasakları…Merkezi devletin ve onun basınının desteğinde kitap imha kampanyaları…Öğretmenlerin ideolojik baskıları…
İşte bu alışkanlıklar alışkanlık yaptı!
-Okuma alışkanlığının oturtulmasında kime ne gibi görevler düşüyor? Sadece kişinin kendisinden kaynaklanan bir eksiklik mi bu?
D. M. Doğan- Okumamanın bir eksiklik olduğu bir türlü zihinlere yerleştirilemiyor. Okumanın sadece bilgilenmek değil, aynı zamanda bir dil ve edebiyat zevki edinmek olduğu gözden kaçırılıyor. Edebiyat sadece edebiyatçıları ilgilendirmez, bütün toplum için, o dili konuşanlar için yapılır. Türkiye’de edebiyat boşa çıkarılmış bir sanat konumunda. Mensubu ile talibi neredeyse aynı miktarda!
-Dolayısıyla yazıp-çizen gerçek aydınlarımıza hak ettikleri değeri veremiyoruz galiba?
D. M. Doğan- Yaşarken değer vermek pek alışılmış değildir, ölümünden sonra hatırlananlar ise üç beş isimle sınırlıdır. Bunun sebebini öncelikle eğitim-öğretim sisteminde aramalıyız. Milyonlarca çocuğumuz, gencimiz öğretim çağında. Onların doğru yetiştirilmesi, dil ve edebiyat zevki alması nasıl sağlanır? Bunu düşünen olmuş mudur? Pek sanmıyorum. Eğitimde öncelikler çok farklı. Test sistemi okuma alışkanlığını dibe çöktüren bir sistem, bunu da unutmamalı.
-Ülkemizde bugün bir Mehmed Akif Ersoy’un, bir Necip Fazıl’ın, bir Abdurrahim Karakoç’un yerini doldurmaya aday şair görüyor musunuz?
D.M.Doğan-Bugün de önemli, büyük şairlerimiz var. Allah eksikliklerini göstermesin, yarın da olacaktır inşaallah.
MUHAFAZAKAR CAMİA ŞU SIRALAR KAPİTALİNİ MUHAFAZA EDİYOR
-“Muhafazakâr camianın aydınlarına, yazarlarına, şairlerine gereğince sahip çık(a)maması konusunda düşünceleriniz nelerdir?
-D. M. Doğan- Muhafazakâr camia -eğer varsa- neyi muhafaza edeceğini bilmeyen, düşünmeyen bir camia olmalıdır! Muhafazakâr camia şu sıralar kapitalini muhafaza ediyor; makamını, mevkiini muhafaza için çaba sarfediyor. Onun dışında, özüne nüfuz etmeden dindar görünümlü bir hayatı sürmeye çalışıyor. Onların bir milleti yaşatan, yücelten sanat ve estetik eserlerle bir alâkası yok. Halbuki, şimdi kendilerini “muhafazakar” olarak tesmiye edenler, bir fikir ve edebiyat çevresinin, bu çevreyi var eden şair, yazar ve fikir adamlarının sayesinde varlıklarını ortaya koydular. Ve bugünkü mevkilerini elde ettiler. Kültürel çevre onları var etti, onlar kendilerini besleyen fikir ve edebiyat zeminini güçlendirecek bir hamle yapamadılar.
Yapacakları da yok!
TYB’nin 35 yılı için bütün sendika, birlik, vakıf, dernek ne varsa hepsine bu çerçevede yazı yazdık. Fikir zemininiz kayboluyor, sıradan sendikalar, sıradan kurumlar haline geliyorsunuz. Paraya, mevkiye, makama, iktidara ulaştınız ama, asıl düşünce zeminini kaybettiniz diye…
-Çok cevap geldi mi?
-D.M.Doğan- Çok mu gelmeliydi?
-Değil mi ya?
-D.M.Doğan- Sadece bir vakıftan işbirliği çağrımıza cevap alabildik!
TÜRKİYE’DE SOL ENTELEKTÜEL İKTİDARININ SONUNA GELDİ
-Sol camianın ise “aydınları”na daha bir sahip çıktığı gözleniyor, düşünceleriniz? Ya da medya desteğiyle böyle bir görüntü oluşuyor, neler söyleyeceksiniz?
-D.M.Doğan- Türkiye’de sol entelektüel iktidarının sonuna geldi. Fakat kuyruğunu hâlâ dik tutmaya çalışıyor. “Sağ” ise, belki böyle bir tasnif doğru değil, entelektüel gücün farkında değil!
DEĞERLER DEĞERSİZLEŞTİRİLDİ
-Söz aydına gelmişken, Türkiye’de genel bir “aydın sorunu” olduğunu düşünüyor musunuz? Ya da şöyle girelim konuya, “aydın” kimdir size göre?
D.M.Doğan- Türkiye modrernleşme-batılılaşma ile gerçek bir değer kargaşası ile karşı karşıya kaldı. Değerler değersizleştirildi, değer taşıyıcıları itibarsızlaştırıldı. Münevver veya aydın Türkiye’nin düşünce ve inanç zeminine göre değil, batının ölçülerine göre tarif edildi. Bu yanı zamanda devlet projesine dönüştürüldü. Türkiye Cumhuriyeti’nin 90. yılında artık bu aydın kavramının temsil değerinin olmadığını, gerçeklerimizi, bizim zeminimize istinat etmediğini apaçık görebiliyor.
-İri medya organları, bir takım sivil toplum örgütleri ve “aydın”ların İslam’a, halkın değerlerine, tarihine mesafeli hatta tepeden bakan “yazarlar”ı, “aydınlar”ı göklere çıkarıp, insanlara “rol model” gibi sunmasının altında yatan şey ne olabilir size göre?
D.M.Doğan- Türkiye yeni bir tanımlama sürecinde. Yeni bir Türkiye oluşturuluyor. Herkes bu oluşumu kendi zihniyetine, kafasına göre yapmak istiyor. Bunun araçlara da belli. Bu araçları kullanarak topluma yön vermek istiyorlar.
-Peki, rol model olabilecek yazar, aydın, içinden çıktığı insanlara tepeden mi bakmalıdır? Böyle bir şey dayatılıyor sanki, bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?
D.M.Doğan- Değil elbette! Bizim örneğimiz Mehmed Âkif. Fikiri, zikri bir, özü sözü aynı, ahlâklı, dürüst, insanî. Eseriyle ve şahsiyetiyle büyük. Milletin büyüğü milleti gibi olur. Onun değerlerini yaşatır, böylece milletini yaşatır. Gençlerimize Mehmed Âkif gibi gerçek örnekler sunmalıyız.
-Bu noktada “İslami camiadan kimi yazar-çizerlerde bir kompleksin oluştuğu” görüşüne katılıyor musunuz?
D.M.Doğan- Mehmet Âkiflerin, Nurettin Topçuların, Necip Fazılların idealizmi yerini araziye uymaya, konformizme bırakıyor. İnançla hayat arasındaki mesafe artıyor. Modernist eğilimler, zevkler inançlı kesimi dönüştürüyor. Kendi kültürünün, edebiyiatının, mûsıkısinin değerini kavramayanlar hayatı ödünç aldıkları gibi, bunları da ödünç alıyorlar. Cazdan, poptan başka müzik tanımayan, bizi anlayamaz! Yahya Kemal boşuna söylemedi “çok insan anlayamaz eski musikimizden/ve ondan anlamayan hiçbir şey anlamaz bizden”! Türkünün farkına varmayan, hangi müziği gerçek anlamda hissetmiş olabilir ki? Bunlar delme takma, başkalarına bakılarak edinilmiş zevklerdir.
Doğan’dan Çarpıcı Değerlendirmeler
“Bazılarının iddia ettiği gibi, kendiliğinden değil. Onu yıkmak için de Osmanlı’nın içinden çıkmış unsurlar kullanıldı. Yeni Türkiye’yi kuranlar Osmanlıyı yıktı! Osmanlıyı yıkmasalardı, kendileri meşru olmayacaklardı.”
Yazar D. Mehmet Doğan’la gerçekleştirdiğimiz söyleşinin 3. bölümünde, “karşı mahallenin değer vermediği Müslüman yazara bizimkiler de değer vermiyor” görüşünü irdeliyor; üniversitelerimizin, akademisyenlerimizin duruşunu değerlendiriyoruz. Ayrıca aydınlarımızın, “sanat dünyası”nın milli meselelerde tıkındığı tavrı sorguluyoruz…
Ve Osmanlı gündeme geliyor. Doğan hayli dikkat çekici bir teşhiste bulunuyor: “Osmanlı batıya bu anlamda kafa tuttuğu için yıkıldı. Bazılarının iddia ettiği gibi, kendiliğinden değil. Onu yıkmak için de Osmanlı’nın içinden çıkmış unsurlar kullanıldı. Yeni Türkiye’yi kuranlar Osmanlıyı yıktı! Osmanlıyı yıkmasalardı, kendileri meşru olmayacaklardı.”
Doğan’la yaptığımız söyleşinin 3. bölümü şöyle:
Fatih Akkaya / Habervaktim.com
- “Karşı mahallenin değer vermediği Müslüman yazara bizimkiler de değer vermiyor” görüşüyle ilgili düşünceleriniz nelerdir?
-D.M.Doğan- Hükümetçi basın, artık böyle bir basın var, karşı tarafı tatmin ederek güçlü görüneceğini sanıyor. Onların değerlerine hürmetle yol almaya çalışıyor. Bu çıkmaz sokak! Onlar da yeri gelince Necip Fazıl hamlesinde olduğu gibi, silleyi vuruyor.
O ne sefil Necip Fazıl savunması idi öyle? Bunlar mı “Üstad”çı? Üstad bu kıytırıkları kapısının önünden geçirmezdi!
BİZİM GERÇEK ÜNİVERSİTEMİZ MEDRESE OLMALIYDI
- Üniversitelerimizin, akademisyenlerimizin duruşunu, tarihimiz ve millete bakışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
D.M.Doğan- Üniversite henüz üniversite olamadı. Üniversite gelenektir. Medreseyi sürdüremedik. Bizim gerçek üniversitemiz. Medrese olmamıydı. Neyse Darülfünün’u kurduk. Onu da yaşatamadık. 1933’te üniversiteye geçtik. Bin yıllık devletin yüksek öğretim kurumu yüz seksen yaşında! Ne yazık ki, üniversite Türkiye’de üniversite olarak kurulmadı. Rejimin doktrin aşılama kurumu olarak oluşturuldu. 1980’de bir daha bu tarafının altı çizildi. Şimdi çok sayıda üniversite kuruldu. Bu yaygınlaşma belki seçiciliği getirir, bazıları sivrilir, gerçek üniversite olur. Bu üniversiteler tamamen boş anlamına gelmiyor. Elbette değerli öğretim elemanları da var. Teknik alanlarda yetişmiş çok sayıda insanımız var. Sosyal ilim alanları elbette çok problemli.
- Sizin de mezunu olduğunuz Ankara Üniversitesi’nin özellikle İletişim, Siyasal Bilgiler ile Dil Tarih fakültelerinde aşırı sol ve marjinal bölücü grupların hayli yuvalanabilmiş olmasında, bu bakışın etki derecesi nedir sizce?
TÜRKİYE’DE MARJİNAL EYLEM GRUPLARI MESELESİ VAR
D.M.Doğan- Sosyal ilimler alanının problemli olduğunu belirtmiştim. Resmi ideolojinin sosyal ilimlere baskısı, bu alanları sıkıntılı hale getirdi. Keskin bir pozitivizm, güya ilercilik filan denilirken, bu çerçeveyi kullanan her türlü aşırılık buralarda üslendi. Sosyal ilimlerin kendine gelmesi zaman istiyor! Bu da olacak elbette. Elbette bu üniversitede tek seslilik olacak demek değil. Gerek üniversite farklı fikirleri de bünyesinde barındırır. Ama Türkiye’de farklı fikirler meselesi değil, marjinal eylem grupları meselesi var.
SİZİ DEĞİL SİZDEKİ KENDİ YANSIMALARINI BEĞENİYORLAR
-Kendini “muhafazakar” olarak lanse eden veya “başörtüsü”yle, bulunduğu yer itibariyle öyle algılanan kimi “yazarlar”, akademisyenler, STK temsilcileri ve siyasetçilerin bir takım feminist, ateist, liberal gruplarla çok rahat bir şekilde biraraya gelebildikleri gözleniyor. Başörtülü bir yazarın, siyasetçinin, STK temsilcisinin bu konularda çok ama çok dikkatli olması gerekmez mi? Zaman zaman siz de rastlıyorsunuzdur, “bu nasıl iş” dediğiniz oluyor mu?
D.M.Doğan- “Yaranmacılık” gerçek bir şahsiyet problemidir. Birilerinin güzüne girmek, fikirlerini onların düşüncelerine yaklaştırarak, onlara paralel hale getirerek meşruiyet sağlamak yeni bir durum değil. Fakat son zamanlarda yaygın bir akım haline geldi. Karşı taraf sizi beğenebilir, tasvib edebilir mi? Bunu sağlayabilirsiniz belki. Fakat bunu onlara benzeyerek yaptığınızda onlar sizi değil sizdeki kendi yansımalarını beğeniyorlar!
OSMANLI BATIYA KAFA TUTTUĞU İÇİN YIKILDI
-Ülkemizde sesi daha çok çıkan, gündemde daha çok tutulan “aydınların” önemli bir bölümünde, Osmanlı karşıtlığı gözlemlenmekte. Aynı kesim sözkonusu Ermeni meselesi olduğunda da, Osmanlı’yı/Türkiye’yi “soykırımcı” ilan edebiliyor. Bilinçsizlik mi, kin mi, düşmanlık mı? Nedir bu sizce?
D.M.Doğan- İslâm dünyasının modernizmle doğrudan karşı karşıya kalarak hayatını sürdüren, sömürge olmayan tek ülkesi Türkiye. Bu esasen Osmanlı idi. Osmanlı batıya bu anlamda kafa tuttuğu için yıkıldı. Bazılarının iddia ettiği gibi, kendiliğinden değil. Onu yıkmak için de Osmanlı’nın içinden çıkmış unsurlar kullanıldı. Yeni Türkiye’yi kuranlar Osmanlıyı yıktı! Osmanlıyı yıkmasalardı, kendileri meşru olmayacaklardı. Osmanlının yıkılışından sonra, acayip bir etnik devlet oluşturulmaya yönelindi. Türkler üzerinden etnikçilik, en fazla Türklere zarar var. Türklerin, dili, kültürü, inancı, değerleri yok sayıldı. Bu acayiplik büyük bir zihin boşluğu oluşturdu. Zihnimizi tamirde geciktik, yeni yeni bunu yapabiliyoruz. Fakat zihin boşluğumuzu değerlendiren düşmanlarımız kolaylıkla zihinlerimiz üzerinde operasyon yapabiliyor.
SAVAŞ SIRASINDA HER ÜLKE BÖYLE YAPARDI
1915 Yaklaşıyor. Dışarıdan ve içeriden neler planlandığını bilmiyoruz. Planlamayı yapanlar bunu biliyor ve adım adım da uyguluyor. Ermeni tehcirini soykırım olarak nitelerseniz, konunun esasını kaybetmiş olursunuz.
1914’de Cihan Harbi başladı. Biz şöyle veya bu harbin tarafıyız. Ruslarla savaşıyoruz ve Rus güçleri Doğu Anadolu’da bir hayla vilayetimizi işgal ediyor. Bu bölgede bir hayli Ermeni nüfus var. Türkler ve Ermeniler yüzyıllar boyunca yan yana yaşadılar. Kültür ve yaşayış olarak bir hayli benzeştiler. Ermenilerin de günlük dili Türkçe oldu. Bir hayli Türkçe şiir yazan Ermeni “aşuğ” (Âşık) yetişti. Bu âhenk, savaş sırasında bozuldu. Ermeniler adına hareket eden komitacılar Ruslarla işbirliği yaptı. Bunun tehcire gerekçe olmasında tuhaf bir durum yok. Batılı namuslu bilim adamları da, “savaş sırasında hangi ülke olursa olsun böyle yapardı” diyor. Tehcir, yani göçürme katliama dönüştü mü? Kısmen böyle olduğu söylenebilir. Bir nüfus kaybı var, fakat aynı bölgedeki müslüman nüfus kaybından daha çok olduğu söylenemez. Tehcirden sonra da, hatta Cumhuriyetten sonra da Türkiye’de hayli Ermeni nüfusu var.
Göçürülenlerin çoğu Suriye ve Lübnan’ yerleşti. Buradan Avrupa’ya Amerika’ya, sonradan kurulan Ermenistan’a gidenler oldu.
Osmanlı devam etse idi, göçürülenlerin memleketlerine dönmeleri mümkün olurdu. Fakat yeni devlet mevcut azınlıkları mübadele ile tasfiye etmeye çalışırken, bu düşünülemezdi. Mesele tarihin malı olmuştur. Türkiye’den göçen Ermenilerin torunları, artık ortak yaşama kültürünü unuttular. Atalarının ortak yaşama kültüründe Türk düşmanlığı yoktu. O yüzden Ermeni iddiaları birinci, ikinci nesilde değil, üçüncü nesilde köpürdü. Etnik körlük meseleyi bir şekilde görüyor ve bütün dünyaya böyle göstermek istiyor. Dünya devletleri de Türkiye’ye karşı konumlarına göre meseleyi değerlendiriyor.
Ermeni iddialarını güçlendirmek için içeriden seslerin de yükselmesi gerekiyor. Bu ses yükselmesi için her yola başvurulduğundan şüphe yok. Masummuş gibi gösterilen bir takım çalışmalar var. Bu çalışmaların büyük bölümü tehcir sırasında müslüman olmaya mecbur olmuş, ismen müslüman (ve Türk!) fakat ermeniliğini unutmamışlar eliyle yürütülüyor. Fakat biz onların saklı kimliğinden haberdar değiliz. Bunların peşine takılan çeşitli azınlık hissiyatlı kişi ve gruplar da var.
-Yani “kripto” konusu… Bunu biraz açar mısınız? (Son olarak, Paris’te öldürülen Sakine Cansız. PKK kurucularından. Kürt halkının hakları için mücadele ettiğini savunuyor. Ölümünün ardından ortaya çıkıyor ki, Kürt bile değil. Ermeni kökenli biri ve Ermeniliğinin çok iyi farkında ama Kürt gibi görünüyor. Yine, hiç unutmam; Hükümet’e karşı ‘yeni Kubilay’lar olmaya hazırız’ diye tepki gösteren bir rektör, Ermeni çıkmıştı… Bunlar ortaya çıkanlardan bir iki örnek. Daha nicesinden söz etmek mümkün mü?)
-D.M.Doğan-Türkiye’de Ermenicilik, Rumculuk yapmak mümkün değil, sonuç alıcı değil. O zaman Türkiye’ye karşı hangi silah kullanışlı ise o silahı kullanmak yolu seçiliyor. Siyasi kürtçülük şu sırada en gözde olana.
Kürt olmak başkadır, kürtçü olmak başka. Bunlardan da farklı olan siyasi kürtçülüktür. Türkiye’de bir Kürt ülkenin her yerinde kendi kültürünü yaşatabilir. Çünkü bu kültürde büyük farklılık yoktur. Kültürel olarak Kürtlüğü sürdürebilir. Zaten bunun hukuki altyapısı da oluşturuluyor. Fakat bunun ötesi, siyasi kürtçülük, etnikçilik? Bu elbette savunulamaz. Zaten PKK başlangıçta kürtçülük için değil, sosyalizm için yola çıkmıştı. Hâlâ da stalinst havası süren bir teşkilattır.
Keşke, Türkiye farklı kimliklerin varlığını engellemeseydi. Ermeni ermeni olarak yaşasa ve kendini ifade etse idi. Türkiye bundan daha az zarar görürdü.
-Bir başka konuya geçmek istiyorum. Türkiye’de bugün öne çıkan “sanat anlayışı” denildiğinde, ilk aklınıza ne geliyor?
-D.M.Doğan- “Sanat” denilince gösteri dünyasının anlaşılmasına şaşıyorum! Şovcular, pop şarkıcıları, dansözler…hepsi sanatçı!
Elbette bunlara da bir ad vermeli. Fakat sanatçılığın bundan farklı bir şey olduğu da bilinmeli.
- “Sanat dünyası”ndan kimi isimler zaman zaman halkı, inancını, değerlerini ve tarihini aşağılayıcı açıklamalarla gündeme geliyorlar. (Örn. Levent Kırca) Bu zihniyetteki insanların ön planda olması, sanat denince bu isimlerin akla gelmesi, rol model olarak bu zihniyetteki isimlerin ön plana çıkarılması, neyle alakalı; nasıl bir şey?
-D.M.Doğan- Sanatçılık, sanatkkârlık afişe olarak bu meslekleri icra edilenlerce kullanılınca, gerçek sanatçılar arka planda kalıyor. Bunun yetişme çağındaki gençler için hiç de olumlu olmadığı ortada. Bir şair, yazar, edebiyatçı, ressam, hattat, müzehhib, bestekar, müzik icracısı , mimar vb. sanatçı olarak sahip olmaları gereken itibara hiç bir zaman ulaşamıyor. Fakat onlarla aynı zümredenmiş gibi görülenler sanatçılığını bütün itibarını yerle bir ediyor.
-Toplumda tüm alanlarda bir yozlaşmadan söz etmek mümkün? Öne çıkan sebepleri nelerdir sizce?
D.M.Doğan- Yozlaşma, değersizleşme, aşağılaşma neredeyse bütün dünyanın meselesi.
-Devletin, medyanın, “aydınlarımız”ın payı nedir bu tabloda?
D.M.Doğan- Elbirliği, işbirliği var. Bazılarının da menfaat birliği.
AHLAKSIZLIĞI MODERNLİĞİN OLMAZSA OLMAZI GÖRENLER VAR
-Şöyle bir görüntü yok mu, dünya ve ülkemizde: Bugün gelişmiş Batı ülkelerinin, bireyin zevkini tatmin noktasında atılan adamlarda ulaştığı son nokta, adeta bir bataklık. Bu görülebilen ülkelerde, eskiye dönüş arayışı göze çarpıyor. Türkiye ise o bataklığa doğru gidiş hızını artırma gayretinde sanki? Neler söyleyeceksiniz?
D.M.Doğan-Türkiye modernliğe doğru öyle sevk edildi ki, olumsuzluklar gözden kaçtı. Hatta ahlâksızlık gibi bazı durumların modernliğin olmazsa olmazı olduğunu savunanlar oldu. Sonunda bazıları ahlâksız oldu ama modern olamadı!
ABD’ye Avrupa’ya bakarak olacaklar keşfedilebilirdi. Değerler çöktü, çökertildi. Aile bitti. Avrupa’da evlilikler azaldı. Yalnız yaşamak, gayri meşru yollar revaç buldu. Şimdi bunlar Türkiye’nin de meselesi. En başta nüfus artış hızının düşmesi, nüfusumuzu yenileyecek güçten yoksun hâle gelmemiz. 1960’lardan beri doğum kontrol kampanyaları yapılıyor bu ülkede. Bu devletin siyaseti oldu. Neredeydi devlet aklı?
(Milli Şairimizin hayranı olan D.Mehmet Doğan'ın odasının duvarında, Hat Sanatı ile Mehmed Akif Ersoy yazılı tablo asılı.)
Çözüm, 3 çocuk tavsiyesi ile sağlanabilir mi?
Kadın her halü kârda çalışsın dediğiniz andan itibaren, çözümü de unutmak gerekiyor.
Mehmet Akif’in “Türk” Tanımı Neydi?
Yazar D.Mehmet Doğan, “Türklük” ve “Türkiye” kelimesiyle ilgili dikkat çeken değerlendirmelerde bulundu.
Türkiye Yazarlar Birliği Onursal Başkanı Yazar D.Mehmet Doğan söyleşimizin son bölümünde, gündemdeki “açılım süreci”yle ilgili sorularımızı cevapladı. Konuyu İstiklal Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’ın bakış açısıyla değerlendiren Doğan, Türklüğün kültürel bir tanımlama olduğunu söyledi, “Türkiye” kelimesinin Türkçe olmadığını ifade etti.
28 Şubat rüzgarının en hızlı bir şekilde estiği döneme denk gelen RTÜK üyeliği yıllarında neler yaşadıklarını anlatırken “Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir karargâhta kurduğu ekiple televizyonları takip ettiriyor, raporları hazırlatıp hangi maddelerden hangi cezaların verileceğini de belirterek talimat şeklinde Kurul’a gönderiyordu” bilgisini veren Doğan, Muhteşem Yüzyıl adlı diziyle ilgili düşüncelerini de paylaştı.
Ardından konu, yaşadığımız şehir Ankara’ya; Başkent’te kültür ve sanata geldi Bu konuda önemli değerlendirmelerde bulunan Doğan, son olarak yazarı olduğu Akit’in farkını anlattı.
Fatih Akkaya / Habervaktim.com
TYB Onursal Başkanı Yazar D.Mehmet Doğan’la yaptığımız söyleşinin 4. ve son bölümü şöyle:
RTÜK KARARLARI KARARGAH’TAN GELİRMİŞ
-RTÜK Üyeliği de yapmış bir isimsiniz. O günleri hatırlıyor musunuz?
D.M.Doğan- Doğrusu bu işimin unutulduğunu sanıyordum. Daha doğrusu umuyordum! Bir ara, öte dünyada “RTÜK”çü olarak anılmak korkusuna kapıldım. Neyse ki, 9 yıl da sürse geçici bir durumdu. Hatırlamaktan hoşnut olmadığım günlerdi.
Türkiye Yazarlar Birliği’nde 15 yıl başkanlık yaptıktan sonra, 9. Genel Kurul’da vazifeyi bırakmak istedim. Fakat bu mümkün olmadı. Birliğin ben olmadan devam edeceğinin görülmesi lâzımdı. O sırada RTÜK’de boşalan üç üyelik için seçim yapılacağını arkadaşlarım haber verdiler. Bu benim için münasip bir geçiş olabilirdi. Refah Partisi’nin en çok oyu olmasına rağmen iktidardan uzak tutulduğu günlerdi (1996). Necmeddin Hoca, bizim adaylığımızı uygun buldu. Seçime yakın günlerde Refahyol koalisyonunun görüşmeleri sürüyordu, bu fasıldan iki parti işbirliği yaptı ve TBMM’de seçimi kazandık.
RTÜK’ün en prestijli ve aynı zamanda en zor yıllarıydı. Üç muhalefet temsilcisi olarak RTÜK’te 28 Şubat’ın ağır baskısını yaşadık. Bir çok konuda yalnız kaldık. Başkan seçtiğimiz Orhan Oğuz Hoca’nın, gelmiş geçmiş en kindar siyasetçilerimizin en başında gelen 9. Cumhurbaşkanı’nın MGK’da reva gördüğü muameleye şahid olduk. Orhan Hoca vakti zamanında Demirel’e karşı parti başkanlığında aday olmuştu!
28 Şubat trampetlerinin sesi yükseldikçe RTÜK’te salim karar almak güçleşti. Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir karargâhta kurduğu ekiple televizyonları takip ettiriyor, raporları hazırlatıp hangi maddelerden hangi cezaların verileceğini de belirterek talimat şeklinde Kurul’a gönderiyordu. Kurul’da, Genelkurmay İkinci Başkanı’nın RTÜK’ü Genelkurmay’ın bir şubesi olarak gördüğünü, bunun kabullenilemeyeceğini söyledim. Tabî işler karıştı, bir daha böyle açıktan talimat gelmedi ama bize olan husumet yükseldi. Neyse bunları başka bir zaman konuşuruz!
BU DİZİDE KANUNİ’YE YAPILAN EZİYET AFFEDİLEBİLİR GİBİ DEĞİLDİR
-Kimi televizyon kanalları özellikle çektiği, oynattığı dizilerle halktan büyük tepki topluyor. RTÜK’ün yaptırımlarının yetersiz olduğunu düşünüyor musunuz?
D.M.Doğan-Konu sadece RTÜK işi olarak düşünülmemeli. Elbette en önce bu kurum hatıra gelecek, fakat bu kurumun tam da medyanın alanı içinde olduğu da akıldan çıkarılmamalı. Bu alan beraberliği zamanla bir körleşmeye dönüşüyor. Zaten çok açık ihlal yoksa, yani gri tabir edilen tarzda ise, yapılabilecek çok şey yok. Fakat sivil toplumun, gönüllü kuruluşların, halk tepkilerinin iyi kanalize edilmesi gerekiyor.
-Muhteşem Yüzyıl adlı diziyle ilgili düşünceleriniz nelerdir?
D.M.Doğan- Bu dizi tarihi kostümler, isimler, mekanlar ve olaylar kullanılarak 21. yüzyıla göre imal edilmiş bir gösteridir. Kostümler, isimler, mekanlar, olaylar ne kadar tutarsa tutsun, gerçek olan bugünün insanını etkileyecek bir gösteri hazırlamaktır. Yapılan budur. Tarih, Osmanlı hükümdarları ve eşleri, haremi, divanı, erkanı bu dizide ağır işkenceye maruz bırakılmaktadır.
Bu dizide Kanuni’ye yapılan eziyet, affedilebilir gibi değildir. Nitekim, Tercüman eskisi bir hatun, bu dizi sayesinde Sultan Süleyman’la ilgili görüşlerinin tamamen değiştiğini söylemiştir. Bunu zikredişimin sebebi şu: Efendim bu tarih değildir. Tarihten yararlanılarak yapılan kurgu bir yapımdır deniliyor. Fakat tesirlerine bakarsak, değil sıradan seyirci, işin ukalaları bile kurmacayı gerçek yerine koyuyor.
-“Tercüman eskisi hatun”dan kastınızın kim olduğu anlaşılmış mıdır?
-D.M.Doğan- Anlaşılmıştır anlaşılmıştır. Tüm Türkiye iyi bilir onu.
-Peki, böyle bir konu üzerine, böyle bir dizi sırf reyting hesabıyla çekilmiş olabilir mi? Altında başka hesaplar olabilir mi sizce de?
D.M.Doğan- Elbette büyük yatırım yapan, büyük paralar kazanmak için bunu yapar, pir aşkına yapacağı düşünülemez. Ancak bunun da dürüst olanı ve olmayanı vardır. Bu diziyi yapanlar ikinci gruptan. Tarihe yaklaşım dürüst olmadığı için, ortaya çıkan ürün de sağlıklı olmuyor.
BUNLARA “SİZ MUHAFAZAKÂRSINIZ” DESEYDİK HAKARET ADDEDERLERDİ
-Muhafazakâr camiadan kimi yazar çizerlerde görülebilen komplekse değinmiştik. Söz Muhteşem Yüzyıl’dan açılmışken, hatırlatmak istiyorum. Bu dizinin yapımcısı Meral Okay’ın vefat haberini “O kadın öldü” başlığıyla vermemizden ötürü (gündemdeki bir isim olduğu için kullanılmış bir başlık) sitemizi topa tutanlar arasında muhafazakar gazetelerde köşeleri olan yazarlar da bulunuyordu. Neler söyleyeceksiniz?
D.M.Doğan- Türkiye’de muhafazakârlık kompleksli bir iştir. Bir kaç yıl öncesine kadar bunlara “siz muhafazakârsınız” deseydik, hakaret addederlerdi. Şimdi kemâli afiyetle “muhafazakârlık çöreği”ni yiyorlar. Tabii muhafazakâr görünmek için de böyle tavizler vermek lâzım!
-Türkiye’nin en önemli gündem maddelerinden ve adı kimilerine göre “terör” kimilerine göre “Kürt” olan sorunla ilgili düşünceleriniz nelerdir?
D.M.Doğan- Türkiye’nin etniklikle, ırkçılıklı sınanması bu. Etnikliği, ırkı esas alan bir tarihimiz yok. Osmanlı Devleti etnikliği değil, inancı esas alarak halkını tanımladı. Elbette Osmanlı kültürüne hakim rengi Türkler verdi. Bu tabii bir sonuçtu. Cumhuriyet’ten sonra takip edilen “türkçülük” siyaseti, gerçek Türk kimliğine değil, sentetik, uydurulmuş bir Türk kimliğine dayanmaktadır. Bundan en çok Türkler zarar görmüştür. Dilleri, kültürleri, geçmişleri inkâr edilmiştir. Etnik siyaset, karşı etniklik tesiri uyandırmıştır. En azından kullanılmaya müsait gedikler açmıştır. Bu gediklerden de etnikçi terör nüfuz etmiştir.
İKİNCİ BİR HABUR’A MAHAL VERİLMEMELİ
-Müzakere sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu görüşmelerde yetkili siyasilerin durduğu noktaya dair düşünceleriniz nelerdir?
D.M.Doğan- “Siyaset mümkün olanın sanatı”dır denilir. Türkiye’yi yönetenler ülkenin selâmeti için mümkün olan neyse onu yapmak durumundadır. Türkiye’nin terörden beslenen etniklik belasından kurtulması için yapılması gereken neyse, o yapılmalıdır. Fakat bu yapılırken değerler tepetaklak edilmemelidir. Büyük halk kitlesini rencide edecek olaylara mahal verilmemelidir. İkinci bir Habur’a mahal verilmemelidir.
MEHMET AKİF’İN “TÜRK” TANIMI
-Türkiye’de Mehmet Âkif Ersoy’a hak ettiği değeri sözde değil, özde verebilen nadir isimlerden birisiniz bence. En iyi bilen biri olarak, Mehmet Akif’in “Türk”, “Türk milleti” tanımı neydi?
D.M.Doğan- Mehmet Âkif inanç temelinden bakar. Kavim, ırk, etnik yaklaşımlardan uzak durur. Bu çerçevede ırk davası güden, kavmiyetçilik yapan babasının memleketlilerini, Arnavutları eleştirir. Arnavut ırkçılarını, Osmanlı’ya karşı Sırplarla işbirliği yapanları “kaltaban” olarak niteler.
Mehmet Âkif babasının Arnavutluğundan Balkan Harbi ve sonrasındaki felaketler dolayısıyla bahseder. Fakat o Arnavut asıllı babası ve Buharalı annesi ile Osmanlı başkentinde doğmuş ve yaşamış bir Türk’tür. Bu Türklüğün kültürel bir tanımlama olduğunu bize gösteriyor.
İnsan ırkını seçemez, fakat inancını, düşüncesini seçer. Irkla belirlenen değil, inanç ve fikirle belirlenen bir toplum içinde yaşamak herkes için daha anlamlı ve kuşatıcıdır. Etnikliği esas alırsanız, ırkı öne geçirirseniz, başka ırkları dışlamaktan başka yolunuz yoktur. Türkiye’de gerçek anlamda ırkçılık yapılmamış, fakat ırkçılık temelli ideolojik tutumlar, tavırlar takınılmıştır. Şunu söyleyebiliriz: Şu anda Kürt ırkçılığı dâvası güdenler, Türkiye’de Türk ırkçılığı yaptığı iddia edilenlerin kat kat önündedir ve daha tehlikelidir! “Türk ırkçısı” sayılanlar, Türkiye’de yaşayanları şu veya bu sebeple (Kürtler de Türk’tür demek bunlardan biridir) kendi toplumundan sayma eğiliminde iken, Kürt ırkçıları böyle bir esnekliğe asla sahip değildir.
-Bugün hayatta olsaydı, “terör/Kürt sorunu”nun adını o ne koyardı? “Türkiye vatandaşlığı” tanımını o nasıl değerlendirirdi?
D.M.Doğan-Bugünkü iktidarın Mehmet Âkif’in görüşlerini dikkate aldığını düşünüyorum. Onun İstiklâl Marşı ile sağladığı milli mutabakatı sürdürmek istedikleri kanaatindeyim. Vatandaşlık tanımının ülke üzerinden yapılması her halde Mehmet Âkif’e de aykırı düşmezdi.
TÜRKİYE KELİMESİ TÜRKÇE DEĞİLDİR
-“Türkiye vatandaşı”, “Türkiyelilik” tanımlamaları bu topraklara uyar mı?
-D.M.Doğan- Önce “Türkiye” kelimesinin Türkçe olmadığını söyleyelim! Türkçesi “Türkili” olurdu her halde… Bu ismin bu coğrafyaya Türkler tarafından verilmediğini böylece anlayabiliriz. Bu ülke için Türkiye ismini batılılar 11. asırdan itibaren kullanıyorlar. Osmanlıya Türk ülkesine Türkiye diyen de onlar.
Osmanlı Devleti’nden vazgeçmek zorunda kalınca, ülkenin adını devlet adı yaptık. Dikkat edilirse, Türk devleti değil, “Türkiye Cumhuriyeti” denilmiştir.
Türkiye’de hâkim inanç İslâm’dır, hâkim dil Türkçe’dir ve kültürel olarak da asla etnik esaslı olmamak üzere, Türk kültürüdür. Vatandaşlık tanımı, hukukî ve siyasî bir tanımdır. Aidiyet ve kimlik ifadelerinden bir cüzdür. Vatandaş, bu aidiyet altında kendi alt kimliğini yaşatabilir. Bu Türkçe’nin hakimiyetini, kültürün yaygınlığını ortadan kaldırmaz. Ana dillerde öğretime izin verilmesi, Türkçe’yi zayıflatmaz, aksine güçlendirir. Kürt ırkçıları denenmemiş üzerinden konuşuyorlar, uygulama iddiaların boşluğunu ortaya koyacaktır.
-Ve bir başka konu… Ertuğrul Günay, Kabine’nin en farklı bakanlarından biriydi muhakkak. Yıllarca bu görevde tutuldu. Sizce güzel işler yaptı mı? Veya neler yapmadı?
D.M.Doğan-Gidenin ardından konuşmak istemem. Kendisi vazife başındayken tenkitlerimizi açıktan, hatta yüzüne karşı yapmaktan kaçınmadık. Kendi açısından başaralı olmuştur. Fakat, kültürümüz açısından dönemini olumlu olarak değerlendiremeyiz. Türkiye’de büyük bir değişim yaşanırken tek partinin kültürel kurumlaşması ve zihniyeti kültür bakanlığında sürdürülmüştür.
ANKARA’DA KÜLTÜR SIFIR
-Ankara’da yaşıyoruz. Ülkenin başkenti. Kültür ve sanat anlamında Büyükşehir Belediyesi’nin, ilçe belediyelerin işin hakkını verdiklerini; Başkent’e yakışır işler yaptıklarını düşünüyor musunuz?
D.M.Doğan-Ankara’nın talihsizliği! Balık baştan kokar! Eğer Büyükşehir kültürümüze hizmet etmek için çaba sarf etse idi, iyi örnekler ortaya koysa idi, diğer belediyelere örnek olurdu. Maalesef, Ankara’da fizik fena değil, fakat kültür sıfır! Türkiye Yazarlar Birliği’nin yeni binasının açılışında şunu söylemek zorunda kaldık: “Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı gençlerimizin ayağına harcadığı paranın onda birini kafalarına harcasa idi sadece Ankara’nın değil, Türkiye’nin havası değişirdi!”
Mamafih, Ankara’da kültürel alana ilgi gösteren, güzel faaliyetler yapan belediyeler de var. Mesela Keçiören Belediyesi. Gerçekten kafamıza, günlümüze hitap eden faaliyetlere imza atıyor. Mamak Belediyesi de iyi niyetle hizmet ediyor. Altındağ ise, hangi kültüre ve nasıl hizmet edeceğini bilmeden bir şeyler yapıyor.
-Büyükşehir Belediyesi değişik noktalara saat kuleleri dikti? Ne onlar öyle?
D.M.Doğan-Yüzlerce saat kulesi dikileceğinden söz edildi ama, ortada üç beş tane kıytırık birbirini tutmaz saat kuleciği var! Bu zaten anakronik bir durumdu. Yani geçmiş yüzyıllara ait bir işi bugün öne çıkarmak, saati en basiti cep telefonundan öğrenen insanların yaşadığı bir zamanda akıl alır gibi değil. Umarım vazgeçilmiştir!
-Onyıllardır gündemden hiç düşmeyen “başörtüsü” konusuyla ilgili de, bir sorum olacak. “Türban” ifadesinin icat edilmesi örneğin. Nedir bu “türban”? Başörtüsüne, tesettüre kini olanlar “çağdışılık çağrıştırsın” diye, böyle bir isim takmış sanki?..
D.M.Doğan-Türbanı YÖK’ün kurucu başkanı merhum İhsan Doğramacı icat etti. Türkçeden batıya gitmiş, Fransa’da değişim geçirmiş bir kelime kullanarak. Böylece meseleyi idare edebileceğini düşündü. Ama olmadı! Örtünme “türban” kelimesi ile ifade edilir oldu. Neyse, son 30 yılın en çok kullanılan kelimelerinden türbanın artık arka plana düşme zamanı geldi.
AKİT ÇİZGİSİNİ HİÇ BOZMADI
-Yazarı olduğunuz Akit’in yayın politikasını nasıl buluyorsunuz?
D.M.Doğan- Memnun olmasam, Akit’te olmam!
-Birileri her fırsatta Akit aleyhine kampanyalar düzenliyor. Muhafazakar medyadan da yer yer destek görüyor bu birileri. Akit’e bu kini neye bağlıyorsunuz?
D.M.Doğan- 28 Şubat döneminde geniş bir camia Vakit-Akit yayın siyasetinin nelere rağmen sürdürülebildiğini biliyordu ve destekliyordu. Çünkü kendi söyleyemediğinin cesaretle, her şeyin rağmına bu gazetede dile getirildiğini görüyordu. O sarıda basınımızda acayip bir yavşama husule geldi. Kimileri külliyen teslim oldu, kimileri araziye uydu. Vaki/Akit hiç istifini bozmadan yoluna devam etti.
Akit bugün de o çiziyi devam ettiriyor. O zaman sütre gerisine saklananlar şimdi ellerinde güçlü yayın cihazları ile büyük kapitallere sahip olarak acayip kombinezonlar peşindeler. Sermayeyi memnun etmek, şer güçlere taviz vermek, 28 Şubat döneminde üzerlerinden silindir gibi geçen apoletli medyayı meşrulaştırmak veya onlar tarafından meşrulaştırılmak…O zaman ne oluyor? Akit’in bulunduğu yerde durması bu efendilerin fiyakasını bozuyor. Bu yüzden de Akit karşıtı kampanyalara destek çıkıyorlar.
-Kimi gazetelerde “patronlar”ın, “yayın yönetmenleri”nin yazarların yazılarına müdahale ettiğine dair haberlerle karşılaşıyoruz zaman zaman. Bu konuda da Akit farklı olmalı?
D.M.Doğan- Bunda şaşılacak bir şey yok. Medya cihazı fikir değil de menfaate müstenit olursa, menfaatlerin haleldar olmaması için fikre müdahale edilir! Fakat, bir fikir iklimi içinde, fikir mücadelesi veriliyorsa, orada müdahale olmaz. Akit’te yaşanan budur.
-Efendim çok teşekkür ederim, bize zaman ayırdınız..
D.M.Doğan- Ben de teşekkür ederim. Size ve beğeniyle takip ettiğim Habervaktim’e başarılarının devamını diliyorum.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.