Charlie Hebdo'nun Tarihsel Dinamikleri

Charlie Hebdo'nun Tarihsel Dinamikleri
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Oğuzhan Tan, medya aracılığıyla kutsal değerlere hakaret etmenin ifade özgürlüğü olarak değerlendirilemeyeceğini söyledi.

Tan, yaşananların tarihsel dinamiklerini, Doğu’nun inanç ve dini değerlerle imtihanını, Batı’nın hegemonya tesisinde Doğu’yu hangi bakış açısıyla tanımladığını anlattı. Sadece bir karikatür meselesi olmadığından bahisle Charlie Hebdo olayının deniz ötesi politikaların sonucu olduğunu dile getirdi. Bütün yaşananları tek etkene indirgemenin hatalı bir yaklaşım olduğundan söz ederek, İslam dünyası ve Müslümanların tepkiselliği hakkında önemli paylaşımlarda bulundu. 
 
Charlie Hebdo’nun tarihsel dinamikleri
 
Son 15 gündür, Türkiye’nin ve Batının gündeminde çoğunlukla Charlie Hebdo’ya yapılan saldırı ve beraberinde gelişen olaylar konuşuluyor. Bu yaşanan süreç, bir saldırıyla mı başladı dersiniz?
 
Oğuzhan Tan: Charlie Hebdo olayıyla başlayan süreç, tekil ve tikel bir olay değil aslında. Şu anda herkes, ilgisini bu olaya yöneltti. Ancak bunun daha geniş bir arka planı var. Arnold Toynbee ; “Tarihin ana ekseni dinlerdir.” der. Yani Ekonomik, politik, sosyolojik bütün alanlar, bir şekilde insanların inançla olan ilişkisinin farklı yansımalarıdır diyor. Bu söz acaba ne kadar doğru? Ya da bu söz bütün coğrafyalar için geçerli mi? Batı tarihi açısından bakıldığında gerçekten dinler aydınlanma çağına kadar, temel belirleyici olmuştur diyebiliriz. Ama Aydınlanmayla birlikte en üst referans olan değer, Tanrı ve inanç olmaktan insan olmaya doğru ilerlemiştir. İnsan deyince, belki hümanizm, insanî değerler ve erdemler akla gelebilir. Ama insan deyince, insanın arzuları, tüketim hırsı ve menfaati tarihin seyri açısından daha belirleyici olmuştur. Daha somut bir şekilde söyleyecek olursak, coğrafi keşifler inanın bir anlam arayışı değil kaynak ve servet arayışıdır ve sömürgeye yöneliktir. Dolayısıyla bütün bunların gerisinde olan tek bir şey var: Ekonomik çıkar. İnsanın arzularını referans alan bu anlayışın hümanizm, demokrasi, insan hakları gibi kavramlarla kendi propagandasını yaptığı da akla yatkın geliyor. Çünkü bu propagandayı destekleyecek pratik bir zemini çoğu zaman göremiyoruz. 
 
Batı ve ekonomik hegemonya
 
Ekonomik çıkarın temin edilmesi, hammadde kaynaklarına sahip olmaktan başlayıp pazarlama stratejilerine kadar devam ediyor. Evet, bence özellikle dünyanın son iki yüz yılında şahit olduğumuz budur. Öyleyse, Batı açısından Arnold Toynbee’nin söylediği paradigma değişmiş oluyor. Yani günümüzde dünya tarihini dinler değil, ekonomik hegemonya kurma süreçleri belirliyor. Batının, hammadde kaynağı olan Doğu üzerinde kurduğu bu hükümranlık ve sömürü farklı mekanizmalar içinde gerçekleşiyor. Bazen doğrudan bazen dolaylı müdahaleler bazen kültürel etki mekanizmalarıyla hegemonya sağlanıyor. Böylece Batı ile Doğu arasında etken-edilgen ilişkisi ortaya çıkıyor. Arık Doğu’yu anlarken ve yorumlarken bu edilgen pozisyonu hep aklımızda tutmak durumundayız.
 
Doğu’nun inançlarla imtihanı  
 
Doğu’da ise durum biraz farklı. Ben şahsen Doğu’nun zihniyetinde dinlerin ve inançların hala ilk referans olduğunu düşünüyorum. Bunu tamamen olumlayarak da söylemiyorum. Çünkü Batı madde ile imtihan olurken Doğu metafizikle imtihanında ciddi zorluklar yaşıyor. İşte Doğu ile Batı medeniyeti arasındaki halihazırdaki çatışma, bu paradigma farklılığından kaynaklanıyor. Dolayısıyla Charlie Hebdo meselesinin oturmuş olduğu geniş bağlam burasıdır. Yani maddenin sömürüsüne yönelen bir zihniyet ile maneviyatın istismarına yönelen başka bir zihniyetin buluşma noktası...
 
Çok etkenli olayın tek açıdan yorumları
 
Yani Charlie Hebdo dergisine karşı girişilen olayı, tek eksenle yani örneğin bir karikatürle değerlendiremeyiz. Değil mi?
 
Oğuzhan Tan: Evet, sebepler açısından bakıldığında ne olayın kendisi münferit bir olaydır ne de verilen tepkiler. Burada daha geniş bir arka plan var. On yıllar öncesine yayılan deniz ötesi politikaların, yerel ve tikel yansımalarıdır bunlar. Dolayısıyla bunları görmediğimiz zaman, sadece olayı manipüle etmiş oluruz. Nitekim bazıları şöyle değerlendiriyor: “Bunlar dinsiz, imansız adamlar. Kodlarında Doğu’ya karşı bir önyargı var. İslamofobi var. Bize hakaret ediyorlar.” Böyle denilerek olay tek etkene indirgeniyor. Diğer tarafta da, “Doğu bize düşman ve barbar. Bizi yok etmek istiyor” diyerek tek etkene indirgemeye çalışanlar var. Ancak olay tek etkene indirgenecek bir olay değil. Dolayısıyla bu etkenlerin hepsini değerlendirmemiz lazım. Etki olarak, hadisenin yaşandığı ülkenin politikalarının, genel anlamda Batının politikalarının ayrıca değerlendirilmesi lazım. Sonra İslam dünyasının, hadiseyi gerçekleştirenlerin, hadiseyi destekleyenlerin veya destek vermese bile dışta kalan geniş kitlenin tepkilerini ayrı ayrı değerlendirmemiz lazım. 
 
Bu değerlendirme, tek taraflı olarak peşin suçlu ilan etme yerine olayı anlamamızı sağlayacaktır. Fransa açısından bakıldığında sınır ötesi politikaların ve içeride Müslümanlara ve Afrika asıllılara karşı izlenen dışlayıcı politikaların etkisini öncelikle değerlendirmek lazım. Türkiye’de bazıları daha ilk günden çıktı ve “bu Fransız derin devletinin bir operasyonudur. Bu adamları görevlendirdiler. Yahut beynini yıkadılar. Bunlar da olayı gerçekleştirdi” gibi yorumlar yaptılar. Fransa’yı sorumlu tutmak için illa böyle teoriler üretmeye gerek yok ki. Fransa’nın kendi kendine operasyon yapıp yapmadığını bilmiyoruz. Ama bu olaylara zemin hazırlayacak bir motivasyon sağladığı muhakkak ve asıl sorumluluğu burada. Yani ben sana bir motiv bir güdü oluştururum. Sen gider zaten yaparsın. Yani illa birisini para verip tutmanıza gerek yoktur. 
 
Zemin hazır yani..
 
Oğuzhan Tan: Evet zemin yaratılmıştır. Öyle bir zemin yaratıyorsun ki, o veya bu şekilde bu tip hadiseler beklenilir hale geliyor. Her ne kadar medyada bu yönde yorumlar yapılmasa da ben şahsen bu olayların Fransız karar alıcılar veya yetkililer için bir sürpriz olduğunu zannetmiyorum. Çünkü dünyada birçok etki meydana getirirken, bunun kendi evinizdeki tepkilerini tahmin etmemeniz mümkün değil. 
Bir onlara üç kendimize
 
Peki Müslümanların gösterdiği tepkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Oğuzhan Tan: Tepkiler çeşitli. Ama ağırlıklı olarak tepki, sadece karşı tarafa yönelik. Çok da genellemek istemem ama büyük bir çoğunluk zımnen o karikatürleri çizenlerin bunu hak ettiğini düşünüyor. Bence Müslümanlar tarafından gerekli özeleştiri yeterince yapılmıyor. Ben “birkaç câhil genç, böyle aşırı bir tepki vermiş” deyip “ama” ile devam eden bir eleştiriyi de oldukça sathî buluyorum. Çünkü bu, yüzeye vuran bu hadisenin derinlerini görmeyen bir değerlendirme oluyor. Burada diğer tarafı üç eleştiriyorsak bu tarafı da bir eleştirebilmeliyiz. Hatta bana kalırsa daha da verimli bir değerlendirme için karşı tarafı bir eleştiriyorsak kendimizi üç eleştirmeliyiz.  Her iki tarafın da sorumlu olduğu yönler var. Burada Müslüman dünyasının hiç mi sorumluluğu yok. Gayet tabi ki var. 
Biz böyle konuştuğumuz zaman, konuşmamızın bir kısmını Batıya, bir kısmını kendimize ayırmalıyız. Ben şahsen çuvaldızı kendime saplamayı tercih ederim. Çünkü kendi yanlışım beni bağlıyor. Kur’an’da
 
“Ellerinizle yaptığınızdan dolayı…” ifadesi kullanılarak kişisel sorumluluğa vurgu yapılır. Biz kendi ellerimizle yaptıklarımızın cezasını çekeceğiz ve çekiyoruz. Diğer hususlar sadece çevresel faktörlerden ibarettir.
 
Bazı Müslümanlardaki câhiliye zihniyeti
 
Bu olay değerlendirilirken bir defa, Müslümanların “Müslüman, tabiî ki Müslüman’ı destekler” şeklindeki anlayıştan uzak durması lazım.  Tabi ki Müslüman Müslümanın kardeşidir ve destekçisidir. Ancak bunu genel prensip yapmak, kardeşin olumsuz tavır, hareket ve düşüncelerini de desteklemek anlamına gelecektir. Aslında bu ne kadar İslamî görünürse görünsün tam anlamıyla bir cahiliye düşüncesidir. Cahiliyede “haklı da haksız da olsa kabileden olanı destekleme” anlayışı vardı biliyorsunuz. Müslüman’ın Müslüman’a yapacağı asıl destek mazlumsa hakkını aramak, zalimse onun zulmüne engel olmaktır.
 
Müslüman haksızlık veya yanlış yapmıyor mu? Müslüman bir kardeşimizin yanlışlarına da mı destek vereceğiz? Netice olarak, olayı toptancı bir anlayıştan çıkarmamız ve perakende değerlendirme yapmamız lazım. 
 
İslamofobikler ile radikal İslamcıların ortak paydası
 
Bu hadisede asıl mağdur, ne öldürenler ne de öldürülenler. Onlardan daha çok İslam ve Müslümanlar asıl mağdur olanlardır. İslamofobiklerle radikal İslamcılar, birbirine karşıt iki uç gibi görünüyorlar. Ama ortak hizmet ettikleri bir şey var. O da, İslam’ın imajını bozmak ve Müslümanları zor durumda bırakmak. İslamofobikler İslam’ı kötü gösteriyor; radikaller de İslam’ı kötü görmek isteyenlere malzeme üretiyor ve elbirliğiyle İslam’ı kötü gösteriyorlar. Bir karikatür vardı olayla ilgili. Karikatürde binayı tarayan kişinin konuşma balonunda şöyle yazıyordu: “Bana terörist dedikleri için terör eylemi yapıyorum”. Size kötü diyorlar, terörist diyorlar ve siz de dediklerini gerçekleştiriyorsunuz. Tam anlamıyla “kendini gerçekleştiren bir kehânet”.
 
Asıl mağdur geniş kitleler dedim. Fransa’da olayın ertesi gününde okula, işe, camiye gidecek milyonlarca Müslüman’ın ne yaşamış olabileceğini düşünebiliyor musunuz? Bu insanlar, iş arkadaşlarından ya da o çocuklar sınıf arkadaşlarından veya öğretmenlerinden tuhaf bir bakış almadılar mı sizce? 
 
Bir de şunu gözlemledik bu süreçte. Sadece Fransada değil Avrupa’nın diğer ülkelerinde ve şehirlerinde de binlerce insan, elinde mumlarla, ayinsi bir biçimde toplantılar düzenlediler ve adeta Müslümanlarla terörü özdeşleştirecek tarzda olayı sabitlemeye çalıştılar. Duygusallık hakim oldu. Zaten duygunun hakim olduğu yerde, gerçekler önemini yitiriyor. Ve nitekim o oldu. 
 
Tepki mi tavır mı?  
 
Peki. Olayın dışında üçüncü şahıslar, yani Müslümanlar gerek bu olay gerekse öncesinde yaşanan İslam’a hakaret karşısında nasıl bir yol izlemeliydi? 

 
Oğuzhan Tan: Şimdi, bizim İslam dünyasında tepki verdiğimiz bir çok hassas olay var. Tepki, duygusaldır, yansıtma esasına dayalıdır. Sürdürülemez. Çoğunlukla doğru ve adil bir karşılık üretmez. Anlık ve geçicidir. Tepkinin öncesi ve sonrası birbiriyle uyumlu değildir. Aslında “öfke ile kalkan zararla oturur” sözü çok güzel bir tepki örneklendirmesini ifade eder. Ama tavır başka bir şeydir. Tavır, aklanî ve sürdürülebilirdir bir süreçtir. Analiz ve değerlendirmeye açıktır. Tavır tepkiden farklı olarak hadise olmadan önce de takınılan bir tutumdur. Biz tepkisel bir topluluğuz. Hatta sorgulamadan inandığımız İslamî hareket prensiplerinden biri de “Müslüman, bir olay yaşandığında hemen tepki vermelidir” şeklinde. Daha önce de yaşanan karikatür krizlerine verilen tepkiler esnasında, tüm dünyada iki yüzden fazla Müslüman öldü. İsrail’in periyodik bir şekilde yapa geldiği zulüm nüksedince tepkisini ifade etmek isteyen biri çıkıp, Hitler’e rahmet okuyabiliyor. Şimdi tepki, insana yapmaması gereken bir işi yaptırmış oluyor. Tepki, çoğunlukla tepki gösterdiğiniz olayın tekerrür etmesini de beraberinde getirir. Çünkü etkiye karşı tepki verirsin ve o etki daha güçlü bir biçimde geri gelir seni vurur. Ancak tavır, o olayı kuşatmaya ve doğru raya oturtmaya yöneliktir. Daha gerçek bir tutum sergilemeye yöneliktir. Şimdi Müslümanların gösterdikleri reaksiyon tepki midir tavır mıdır diye soracak olursanız, tepki verdiğimizi düşünüyorum.  
 
Burada şöyle bir eleştiriyi de hatırlatmak gerekiyor. Bu tip zamanlarda, Müslümanlar itidale davet edildiği zaman, “Bırakın kardeşim, Müslüman verdiği tepkiyle duygusal olarak rahatlasın. Öteki adam bir sürü kan döküyor. Sen Müslümanın verdiği duygusal tepkileri mi görüyorsun? Müslüman’ı bırak şimdi. Diğer tarafın zulmü karşısında Müslüman’ı zayıf gösterecek tarzda konuşmayın” gibi bir başka “tepki” ile de karşılaşabiliyorsunuz. Bakın, Müslüman’ın ölçülü olmak gibi bir görevi var. Ölçüsüzlük hakim olduğu zaman, malesef insan kendisine zarar verecek işlere imza atıyor. 
 
Komplo teorilerine meyilli bir sosyal teoloji
 
Türkiye’de yapılan yorumlara baktığımızda tepkiselliğin sadece sade vatandaşa münhasır olmadığını görüyoruz. Maalesef entelektüel denilen kesim de oldukça tepkisel. Çok ciddi olayları hemen bir komplo teorisiyle izah etme yoluna gidiliyor. Olayı komplo ile değerlendirmek, Müslümanın hiçbir suçu yok demektir. Suç kimin? Suç şeytanın! Biz zaten sosyal teolojimizde malum hadiseleri, meçhul ile açıklama eğilimindeyizdir. Buna şunu örneği verebiliriz. Mesela başına kötü bir şey gelen kişi, “Ben de nazar var” der. Olayı kadere, cine, nasibe, bereketsizliğe hatta abdestsizliğe bile bağlayabilir. 
Maddi bulguları, gaybî veya soyut meselelerle izah etmeye alışık olduğumuz için, komplo teorisi üretenler o teolojiden yararlanıyorlar aslında. Ve bizi bir şeylere çabucak inandırıyorlar. Peki komplolar olamaz mı? Gayet tabi olabilir. Ama bunu da bir süreç analizi yaparak, aklımızı kaybetmeksizin, soğukkanlılık içerisinde söylemek lazım. Müslüman entelektüellerin tavırları beni çok ilgilendiriyor doğrusu ve hatta üzüyor.  Entelektüeller, hemen o duyguyla köpürmüş geniş kitlelerin sözcüsü oluyorlar. Onların duygularını pekiştirecek vaziyette konuşuyorlar. 
 
Hz. Mûsa’ın duası ve içimizdeki “beyinsizler”
 
Böyle zamanlarda akl-ı selim ile konuşanlara, değerlendirme yapanlara ”şimdi saf olma zamanı. Değerlendirme, eleştirme zamanı değil” diyenler var. Kendimizi eleştirmek için zaman tayin edemeyiz. Her zaman bu eleştiriyi yapmak durumundayız. En büyük cihat hakikati söylemektir. Müslüman’a faydalı olan en büyük husus budur. 
Şimdi bakın Kur’an’ı Kerim’de Musa (a.s) kendi kavmi hakkında bir münacatta bulunur. “Ya Rabbi, içimizdeki sefihler yüzünden bizi helak mı edeceksin?” diye. Yani soru içeren bir münacattır bu. Bunu Mehmet Akif Ersoy, “Hakkın Sesleri”nde “İçimizdeki sefihler” kısmını “içimizdeki beyinsizler” diye çevirir. Sefih, doğru ile yanlışı temyiz edemeyen kişiye denir. Kendisi için o anda veya gelecekte, neyin iyi neyin kötü olduğunu ayrıştıramayan kişi demektir.  Musa (a.s), “Ya Rabbi! İçimizdeki sefihler yüzünden bizi helak etme” diye münacatta bulunabiliyorsa demek ki, içimizde sefihler bulunabilir. Onlar bizi gidilmeyecek yollara ve maceralara sürükleyebilir.  Kalabalık öyle bir şeydir ki, denizdeki köpükler gibi, insanı alır ve bir noktaya götürür. Entelektüelin kitle ile olan ilişkisine bakınca gerçekten üzülüyorum. 
 
Alia: Ölürken bile ahlaklı olmak
 
Her istenmeyen olay bir etkidir. Etki var diye her türlü tepkiyi vermemeliyiz. Asıl şartlandırılmışlık ve kodlanmışlık bu. Hangi etki verildiği takdirde ne tür tepkiler vereceği bilinen bir kitleyi istediğiniz gibi yönlendirirsiniz ve yönetirsiniz.  
 
Aliya İzzet Begoviç’in çok güzel bir sözü var. Zulme  uğrarken şunları söylüyor: “Biz, yenilirken bile ahlaklı olmak durumundayız. Bizim ahlaklı olmak gibi bir görevimiz var” diyor. “Onlar bizi öldürüyorlar; ama kazanmıyorlar” diyor. Yani dünyevi ölçülerde işgal ediyor olabilirler; ancak kazanmıyorlar. Bakın ahlaki üstünlük önemlidir. Birileri hakaret ediyorsa sen de mi edeceksin? Dahası bunla kalmayıp elini kana mı bulayacaksın?
 
İslam’da şöyle bir şey vardır. Masum bir insanı öldürerek hata yapmaktansa suçlu bir insanı serbest bırakarak hata yap. Bu aynı zamanda evrensel bir hukuk kaidesidir. O karikatüristler hakaret ettiler diyelim. Bunun cezası bu mudur? Kaç kişi olduklarını bile bilmediğiniz, karikatürü çizenin içeride olup olmadığından emin olmadan, içeride suçsuz kimselerin bulunabileceğini dikkate almadan yaptığınız infaz gayet tabiî ki gayr-ı meşrudur. 
 
İnsanlara savaş psikolojisi ilham eden davranış ve konuşmalardan uzak durmak gerek. Çünkü savaşta, cephede yapılacak şey, düşmanı öldürmek, yok ekmektir. Savaş hukuku ve psikolojisini, genel insan psikolojisi haline getirmeye çalışıyorlar. Bunu yaptığınızda, Müslümanların yaşadığı bütün her yer bir savaş psikolojisi ile donandığı zaman ne olur düşünebiliyor musunuz?
 
Yaratıcı fikirler
 
Ben, dünyadaki şeytanî politikalara, ayartma ve kışkırtmalara karşı, akl-ı selim ile daha yaratıcı tavırlar sergilememiz gerektiğini düşünüyorum. Charlie Hebdo 80 bin adet basılırken, şimdi 3 milyon basıldı ve tarihe geçti. Bir tür milât oldu. Müslümanlar mesela derginin önüne gidip, musiki eşliğinde salavatlar okuyarak onların dikkatini çekecek tavır gösterselerdi veya onlar kötüledikçe tam tersine Hz. Peygamber’in güzelliklerini anlatan veya onlar alay ettiklerinde onları hiçe sayarak tavır gösterselerdi durum farklı olurdu. 
 
Biliyorsunuz İslam ve Müslümanlar hakkında hoyratça ve cahilce davrananlara karşı Müslümanların “selâm” demesi tavsiyesi vardır Kur’an’da. Mesela bu durumlarda o yayın kuruluşlarına maille, pankartla ya da şahsen hem de farklı dillerde “selam” mesajı vermek için kampanya başlatılabilirdi. Selam, hem selamlaşma hem de barış demek biliyorsunuz.  Yani bu konuda elimizi zayıflatacak işler yapmak yerine, Hz. Peygambere hakaret ediliyorsa, sen ikna yoluyla, insanların aklına ve vicdanına hitap ederek, insanları İslam’a davet etme fırsatı oluşturabilirsin. Galiba silaha başvurmak, biraz da kalemi iyi kullanamamaktan dolayı.
 
Dünyaya bir şey söylemek için doğru zamanlama
 
İslam dünyası fetihlerle gelişti, insanlar fetihlerle Müslüman oldu. Nasıl oldu biliyor musunuz? Savaş esnasında gösterilen cesaretle veya kılıçla değil, ilerleme esnasında her şeyi yapabilecek güce sahipken, o beklenilen  “her şey” yapılmadığı için. Yani kuvvet zamanında merhamet gösterildiği için insanlar, Müslümanlar oldu.  Bu ümmetin, daha yaratıcı bir ruh haline ihtiyacı var. Çünkü mesajı, zamanında vermek çok önem arz ediyor. Mesaj vermenin de bir vakti var. Kimsenin dinlemediği bir vakitte, televizyona çıkıp açıklama yaptığınızda Batı, İslam dünyasına kulak vermiyor. Siz vaaz kürsüsünde ya da yazdığınız bir dini makelede en önemli şeyleri anlatsanız bunun da oralara ulaşma imkanı yok. Ama Hz. Peygamberin karikatürünü yaparak size meydan okuyor. Ve bu meydan okumaya en güzel en akıllı cevabı vermeniz için harika bir zamanlama. Çünkü işte tam burada dinliyor sizi. 
 
Müslüman entelektüel nerede? Olayın neresinde? 
 
Müslüman entelektüellere yönelik eleştirinizi biraz daha açar mısınız?

 
Oğuzhan Tan: Türkiye’de Müslüman entelektüel kendisinden beklenen rolü tam anlamıyla yerine getiremiyor. Müslüman entelektüel, angaje olmuş durumda. Toplumun peşinden gitmeye başlamış. Kitlesel karakterli oluşumların peşinden gitmeye çalışıyor. Aydın, tek başına kalmayı göze almalı. Bazen toplumun on, on beş sene önünden gidip orada yalnız bekleyebilmeli. Oysa toplumda koro halinde şarkı söyleyen gruplara üye oluyorlar. 
 
Bakın Batı’da think-thank kuruluşları var. Doğu’ya ait her şeyi, nesne haline getirdiği ve bu konuda çok alternatifli çapraz fikirler elde etmeye çalıştığı için bu kurumları emperyal konseptlerle izah edebilirsiniz. Ben o çağrışımı şimdilik göz ardı ederek, İslam dünyasında entelektüellerden beklenen rol görülmediği gibi, dini bir think-thank mantığının da geliştirilemediğini görüyorum. Üzerinde düşünülecek çok konu var: Dini konulardaki gelişmeler, dünyadaki dini trendler, istatistikler, sosyal hayat, dindarlık algı ve psikolojileri, Batı’da yaşayan Müslümanların gelecekleri, sorunları, içinde bulundukları ortamlar. Sadece bir fıkıhçılıktan bahsetmiyorum. Mesela İslam’ın 21’inci yüzyıldaki perspektifi ne olacak? Bununla ilgili eğitim süreçler ne olacak? Böyle bir think-thank faaliyeti yok. Geçmişi dar bir kalıpta ele alıp, bir ibare çerçevesinde bir şeyler söyleniyor sadece. İslam dünyasında yaşanan çeşitli sosyal meselelerde, geçmişten miras alınan, bir bağlamın dışına çıkılmadan, bir taraftarlık ya da mensubiyet düşüncesi çerçevesinde hareket ediliyor. 
 
İlke mi Pragmatizm mi?
 
Konunun bir de ifade özgürlüğüyle ilgili boyutu var. Türkiye’ye de yansıdı. İslam’a göre bunu nasıl değerlendirmek lazım. Kutsala hakareti ifade özgürlüğü bağlamında değerlendirebilir miyiz?
 
Oğuzhan Tan: Şimdi, Batı’da ilke mi pragmatizm mi tartışması yapılıyor. Bazıları ilke olarak düşünce özgürlüğünü temel alıyor bazıları da pragmatik olarak, toplumun barışını istiyorsak bu tür içerikleri yayınlamayalım diyorlar. Bunu faydasız hatta zararlı buluyorlar. Ben bu tartışmalarda ilke ile pragmatizm dengesinin yanlış kurulduğunu düşünüyorum. Yani ilke, ifade hürriyetinin esas olması. Pragmatizm ise idare-i maslahata dayandırılıyor. Halbuki ortada sadece bir ilke yok. İki ilke var. Birinci ilke ifade hürriyeti ise ikinci ilke, inançlara saygı ilkesidir. Yani eğer siz, düşünce özgürlüğünü mutlak bir ilke olarak tek başına koyarsanız, bu da zulüm olur. Hiç kimsenin herkes ya da her şey hakkında istediğini söyleme özgürlüğü olamaz.
 
O halde bu ikisi arasında bir balans olması lazım. Şimdi özgürlük meselesi sadece bu konuda değil, her konuda tartışılır. Bir insanın, duygusuna zarar verdiğiniz zaman, duygusal şiddet uyguladığımız zaman – ki hakaret böyle bir şeydir – bunun etki ve tepkisi diye bir şeyi, düşünmemeniz söz konusu olamaz. 
 
Cumhuriyet gazetesinde iki köşe yazısında, Charlie Hebdo’nun hakaret içeren karikatürü yayınlandı biliyorsunuz. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Oğuzhan Tan: Türkiye’de yaşayan bir gazetenin hem az önce bahsettiğim iki ilkeyi hem de pragmatizmi göz önünde bulundurması lazım. Pragmatizmi burada olumlu anlamda kullanıyorum. Yani kamu menfaatini kast ediyorum. Yani Türkiye’de yaptığı bu yayının kamusal faydasını bütün yönleriyle değerlendirmesi lazım. Hz. Peygamber’e yönelik o hakareti yapan bir derginin yaptığı saygısızlığa da destek olmamalıdır. Fakat diyorlarsa ki “bir insanın her ne sebeple olursa olsun, terör olayına maruz kalmasını kabul edemeyiz. Ve bunu eleştiriyoruz”, O zaman bu vurguyu daha hassas bir şekilde yapmalılar.

islamvemedya.com

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.