IMF geri adım attı mı?
Türkiye, tüm dünya gibi küresel mali krizin etkisi altında… Finans piyasası dimdik ayakta olsa da, üretim özellikle ihracata dayalı olarak son zamanların en büyük küçülmesini yaşadı… Yüzde 21.3’lük üretim kaybı, ihracatın ve sanayi üretiminin itici gücü otomotivde yüzde 60’ı aştı… Yani Başbakan’ın “teğet”inden biraz daha sert bir süreç yaşıyoruz… Değmekten çok kriz Türkiye’yi sallıyor… Halk alışverişe küsmüş durumda… Çünkü iş kaygısı taşıyor… Para harcamak, kredi çekmek yerine ihtiyaçlarını erteliyor… Talep düşüyor, arz kısılıyor ve bu durum Türkiye’nin üretim gücünü hızla geriletiyor… Bunun doğal sonucu olarak fabrikalar iş gücünde indirime gidiyor… Yani, Türkiye finansal olarak güçlü karşıladığı krizden giderek daha fazla etkileniyor… Böyle bir durumda eskiden hükümetlerin aklına gelen ilk çözüm IMF ve Dünya Bankası olurdu… Açık alınan kredilerle kapatılır, sanayici, bankacı fonlanırdı… Bu kez Hükümet TÜSİAD’ın tüm ısrarına ve baskısına rağmen bir yıldır IMF’le anlaşma noktasına bile gelmedi… Başbakan Erdoğan “halkın ümüğünü sıktırmam” dedi… Sonradan ortaya çıkan istekler gösterdi ki, IMF eski alışkanlığından olsa gerek, Türkiye’nin çaresiz teslim olduğu günlerdeki gibi dayatmalar içindeymiş… Ve Hükümetin ayak diremekte ne kadar haklı olduğunu geçtiğimiz hafta IMF’den gelen mesajla doğrulandı… IMF sözcüsü Hawley “yenilenmiş bir öneri paketi” sunduk” diyordu… Belki de tarihinde ilk kez IMF geri adım atıyordu… Gerçekten bu bir geri adım mıydı acaba? IMF’i kapıda tutup içeri almayan Hükümet amacına ulaştı denilebilir mi? Hükümetin elini bu kadar güçlü kılan ne? Bu ve bunun gibi onlarca soru üretilebilir Türkiye-IMF ilişkisinde yaşananlarla ilgili… Bunlar içinden 4 soruyu öne çıkarıp, bu işin uzmanlarına yönelttik… İşte o sorular ve ekonomi uzmanlarının görüşleri…
SORULAR-
1-Başbakan Recep Tayip Erdoğan, "IMF’ye ümüğümüzü sıktırmayız, yararımıza olursa, IMF ile anlaşma yaparız" demişti… Devlet Bakanı Mehmet Şimşek geçtiğimiz günlerde, "IMF anlaşmazlık konusunda esneklik göstermeye başladı" dedi… Ve Çarşamba günü IMF Sözcüsü David Hawley “Olası bir stand-by anlaşması yönünde Türkiye’ye yeni bir yenileştirilmiş öneriler paketi sunduk. IMF heyetinin Ankara’yı ziyaret etmesi için Türkiye’den davet bekliyoruz” diye konuştu… Bu IMF’in ‘geri adımı’ olarak değerlendirilebilir mi?
2-Bugüne kadar yapılan Stand-by’larda Türkiye hep talep eden, anlaşmaya ihtiyaç duyan taraftı… Bu kez Türkiye’nin elini bu kadar güçlü kılan ne? Türkiye’nin krizle boğuşan dünya ekonomi konjonktüründe yeri ne?
3-CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın, "Ümüklerin sıkılıp sıkılmayacağını göreceğiz. Seçimden sonra milletin ümüğünün sıkılması ihtimaline dikkati çekiyorum" şeklinde çizdiği karamsar tablo ülkemizin gerçeğini ne kadar yansıtıyor?
4-Başbakan Erdoğan, olağanüstü bir durum olmadıkça vergi artışı düşünmediklerini açıkladı… Siz yerel seçim sonrası hükümetten nasıl bir ekonomik politika bekliyorsunuz?
İTİCU Ticari Bilimler Fakültesi Kamu Maliyesi öğretim üyesi Ömer Faruk Batırel
“VERGİ İNDİRİMİ SINIRLI VE TARTIŞMALI BİR ÇALIŞMADIR”
Sorularınızı siyasi bağlamda cevaplamam mümkün değil. Bir kamu maliyesi öğretim üyesi olarak yalnızca maliye politikası önlemleri konusunda değerlendirme yapabilirim. Yeni IMF Stand - by anlaşması ile ilgili elimde resmi hiç bir veri yok.
Ancak akademik olarak şu kadarını söyleyebilirim ki: dünyanın yaşadığı son resesyonda özellikle gelişmiş ülkeler, para politikasının yetmezliği (failure) anlaşıldığından yeniden neo-Keynesçi maliye politikalarına yönelmiş bulunmaktadır.
Bu politika içeriğinde vergi indirimlerinin ekonomiyi canlandırma (stimulus) etkinliğinin oldukça tartışmalı ve sınırlı (mild) olduğu çeşitli çalışmalarda ve son ABD örneğinde anlaşılmıştır. Devletin talep yetersizliğinde uyarılmış (induced) özel yatırımlar yerine otonom ve geri ödeme (pay-off) dönemi hızlı kamu yatırımlarına ağırlık vermesi ile sorunun odağında yer alan işsizliğin önlenmesinde çarpan ve hızlandıran ortak etkisi ile daha olumlu sonuçlar alacağı kanısındayım. Verilecek bütçe açığı kısa süre sonra artan kamu gelirleri ve vergi hasılatı ile telafi edilebilecektir.
***
Ekonomi yazarı Fikri Türkel
“HÜKÜMET, ŞİMDİYE KADAR KRİZİ YÖNETMEDE CİDDİ HATALAR YAPMADI.”
1- IMF’nin bir çalışma metodolojisi var ve bu doğrultuda çalışmalarını sürdürüyor. Teknokrat ve bürokratlardan oluşan IMF heyetlerinin karşısındakiler nihayetinde politikacılar. Haliyle iki tarafın tepkilerini aynı kıyasları kullanmamak gerekir. Yani ortada ne "ümüğü sıkma" var ne de "geri adım" atmak söz konusu. Geldiğimiz nokta itibariyle, IMF’nin önerilerini net şekilde bilmiyoruz ve hükümetin sunduğu mali stratejiler konusunda da ciddi bir ipucuna sahip değiliz. Seçim ortamı konuyu biraz sulandırıyor.
Diğer taraftan son küresel krizle birlikte IMF ve diğer uluslararası kredi verenlere farklı bir görev yükleniyor. Bu bağlamda Türkiye gibi stratejik pozisyona sahip ülkelerle ilişkilerini sürdürmesi gelecekte amaçlarını daha sağlıklı yürütmesine katkıda bulunacaktır.
2- Bu karşılıklı bir ilişkidir ve menfaat arayışıdır. Türkiye, bir kaynak arayışı içindeyken IMF de uluslar arası kredilerin ödeme planlarının daha sağlıklı yürümesine ve dış ticaretin gelişmesini hedeflemektedir. Kredibilitesi olmayan ülkenin, dış ticareti olur mu? Bunu da isteyenler ihracata dayalı olan ekonomilerdir yani G8’ler başta olmak üzere güçlü devletlerdir.
Son görüşmelerde de durum aynıdır. Dünyada bu dönemde nakitte olmak en büyük avantaj görünüyor. Hele büyük bankaların neredeyse hepsinin sıkıntıya girmesi, başta sendikasyon anlaşmalarında muğlâklık oluşturuyor. Herkesin nakit arayışında olduğu dönemde Türkiye bu fırsata sırt çevirmemeliydi ve öyle oldu.
Zaten Türkiye’deki ekonomi çevreleri de IMF ile yeni bir stand-by istemektedir. Yani herkesin istediği bir şey varsa bu da genelde olumlu sonuçlanır.
Türkiye, şu an dünyanın 17. güçlü ekonomisine sahip ve hedefi de önümüzdeki 14 yılda ilk 10 ekonomisi içinde yer alma iddiasındadır. AB ile müzakerelerini sürdüren ve Ortadoğu ile Orta Asya’da her geçen gün pozisyonunu güçlendiren bir Türkiye’nin ekonomi konjonktüründe yerini tartışmaya gerek yok.
3- Deniz Baykal, politik mesaj veriyor. Ve bu mesajı da kahve ağzıyla ifade ediyor. Kimse seçimden sonra ne olacağı konusunda kesin bir yargıya varamaz. Hükümet erkânı da kesin yargılar belirtemez. Küresel krizin hareket düğmeleri yurtiçinde olmadığı gibi sonuçlarını yönetme konusunda da bütün ipler devletlerin elinde değil. Hükümet, şimdiye kadar krizi yönetmede ciddi hatalar yapmadı. Başlangıçta olaya psikolojik yaklaşan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bence krizin iletişiminde o psikolojik faktörü kullanamadı.
Yine de ben iyimserim ve seçimden sonra bu yönetim daha başarılı olacak.
4- Paketin ucu kısmen görüldü. Açıklananları burada tekrar etmek istemiyorum. Otomotiv ve konut lokomotif sektörler olması dolayısıyla onlarda vergi indirimine gitmesi piyasalarda hareket oluşturabilir.
Aşağı çekilen vergilerin tekrar artırılması, gelir gider dengesine göre ele alınacaktır.
Dünyada genelde “düşük ve adil vergi” anlayışı yaygınlık kazanmaktadır. Zaten kayıt içi sistemde KDV, ÖTV gibi uygulamaların yanı sıra servet intikallerinden ciddi kesintiler oluşmaktadır. İstihdam artırılacaksa, yeni yatırımlar teşvik edilmelidir. Bunun yolu da düşük vergiden geçmektedir.
Seçimden sonra hükümetin ekonomi politikalarında değişiklik yapacağını sanmıyorum.
Seçmen yüzde 47’den fazla oy verirse o zaman istihdam, yatırım ve dev projeler konusunda hükümeti cesaretlendirmiş olur. Aksi takdirde bol tartışmalı ve zeminin ekonomiden politikaya kaydığı bir ortama hazırlıklı olalım.
***
Kadir Has Üniversitesi Ekonomi bölümü Research Asistant Bilge Gürsoy,
“YAŞANAN KRİZ, EKONOMİDEN İBARET DEĞİLDİR”
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki: yaşanan ekonomik gelişmeler sadece ekonomiyle ilgili değildir daha çok politik gelişmelerle yakından ilgilidir. Çünkü dünyadaki ekonomik kriz tarihine bakıldığında, krizlerin ekonomideki dalgalanmaları yansıttığı görülebilir. Ancak politik gelişmeler de ekonomiden bağımsız düşünülmez.
Sorularınızı kendi fikirlerim ve edindiğim izlenimlere dayalı olarak cevaplamaya çalışacağım.
1- Başbakan Erdoğan’ın "ümüğümüzü sıktırmayız" tarzındaki açıklamaları bugüne kadar bir çok başbakan tarafından yapılan ve seçim zamanlarına denk gelen (her nedense) açıklamalardır. bu açıklamaların pek fazla dikkate alınmaması düşüncesindeyim. IMF ve diğer uluslararası kuruluşlar nezdinde bugünlerde yaşana global krize dayalı olarak yeni bir düzen oluşturulma çabalarının olduğunu düşünüyorum. bu düzen içerisinde Türkiye’nin yer alması çok önemlidir çünkü Türkiye her zaman gelişmekte olan ülkeler arasında IMF programlarıyla bir takım başarıların kazanılmasına örnek gösterilmeye çalışılan bir ülkedir. Ancak bu IMF politikalarında köklü değişimlerin olduğu anlamına gelmemelidir. Daha önce Asya Krizinde Asya ülkelerinde talebi ve üretimi kısan politikalar uygulayarak krizin daha derinleşmesini sağlayan akılcı olmayan uygulamalarını hala olabileceği kanaatindeyim. IMF gibi bir kurumun geri çekilmesi diye bir durum söz konusu olamaz. Ülkeler talep etmedikleri müddetçe bu tip anlaşmalar zaten hazırlanamaz. bu anlaşmanın hazırlıklarının basına duyurulmadan yapıldığını düşünüyorum çünkü çok uzun zamandır büyük firmaların ülke itibarı ve istikrarı açısından bir çıpa olarak nitelendirilebilecek IMF desteği konusunda hükümete baskı yaptığı aşikardır.
2- Daha öncede belirttiğim gibi IMF bir ülkenin kapısına gelmez gelse bile bu ancak uluslararası alanda itibar tazelemek için yapılmış bir harekettir. IMF ile anlaşma yapmak bir zafer anlamına gelmemektedir. Türkiye’nin dünya konjonktüründeki yeri kriz başladığında yapılan açıklamalarda olduğu gibi (biz 2001de büyük darbe aldık ama önlemlerimizi aldık şimdi fazla etkilenmeyeceğiz) başarılı değildir. En önemlisi üretim düşmüştür, cari açığımızdaki azalma her krizde olduğu gibi ihracat artışına değil ithalattaki azalmaya dayalıdır, enflasyon istikrarsız bir hale gelmiştir ve döviz kurundaki son iki gündeki yükselme ve genel anlamıyla oynaklık tüm ekonominin pozisyon almasını daha da önemlisi yatırım yapılmasını engellemektedir. bu kriz global bir krizdir ve dış şoklara bağlı olarak gerçekleşen bu gelişmelerde Türkiye’nin etkilenmemesi mümkün olamaz ve ben yeterince büyük bir darbe aldığımızı düşünüyorum.
3-Seçimden sonra IMF anlaşmasının yapılacağını düşünüyorum. Bu piyasaları biraz rahatlatacak ancak alınan önlemlerin geçici olduğu gözden kaçmamalıdır (ÖTV kaldırımı üç ay gibi bir uygulama var) sanayi kuruluşları ve odalardan sürekli ekonominin talep yönünün canlandırılması için bir takım önlem talepleri gelmesine karşın bunlar kulak ardı edilmektedir. yine Türkiye dünya konjonktüründeki iyileşmeye dayalı olarak toparlanacaktır ancak yapısal sorunlarda köklü çözümlerin olmaması Türkiye’nin dış şoklara açık olmasına neden olmaktadır.
4- pakette kesinlikle vergi olacak ancak hemen değil belki üç ay sonra gibi bir sürede ama kesinlikle olacak çünkü kamu açığı ok fala ve dış borcumuz var bunun karşılanması ancak yeni gelirlerle yani vergilerle olabilir. bir de özelleştirmelere devam edilecek önümüzdeki süreçte şeker fabrikalarının olduğunu düşünüyorum. paket her zamanki gibi kemer sıkma üzerine kurulacak çünkü makroekonomik göstergelerimizin yeterince güçlü ve istikrarlı olmaması kısa vadede bu tür önlemlerle işlerin yoluna girmesine olanak sağlamaktadır. Uzun vadeli yapısal dönüşümler gerçekleşmediği müddetçe bu şekilde devam eder.
***
“KRİZİN EN ÖNEMLİ AŞAMASINA GELDİK,”” IMF ZATEN ÖTEDEN BERİ, ORTALIKTA DOLAŞAN “ŞAŞKIN ÖRDEK” Tİ.”
İÜ Öğretim Üyesi, Cemil Ertem
1- Bu beklenen bir durumdu. Çünkü IMF’nin elinde bu krizi karşılayacak, hele her ülkenin özgün koşullarını gözeterek bütünlüklü bir program oluşturacak teorik çatı ve araçlar yok. IMF hala eski argümanlar ve teorik çerçeve üzerinden hareket ediyor. Yani söylediği; “harcamaları kısın, paranızın değerini düşürün, vergi gelirlerini artırın, iç piyasayı daraltın.” Şimdi bu geleneksel çerçeve artık geçerli değil. İki nedenle geçerli değil; birincisi bu kriz küresel resesyon doğrultusunda gelişen bir kriz. Dolayısıyla bu krizde, bütçenin açık vermesi, iç talebin artması, aşırı ve gereksiz vergi yüklerinin kalkması gerekiyor. Ayrıca artık, Türkiye’nin de içinde bulunduğu birçok ülke serbest kur rejimi uyguladığı için, yerel paraların değeri hükümetin müdahalesi sonucu oluşacak devalüasyonlarla düşürülemez.
İkincisi ise, IMF’nin, orta ve uzun vadeli reform olarak adlandırdığı, kamusal denetleme ve düzenleme kurumlarının yeni, kriz sonrasındaki yapılanmasındaki belirgin olmayan durum. Bu kurumların kurumsal yapılarının nasıl olacağının belirgin olmaması bu krizin en önemli sorunlarından birisi. Çünkü bu kriz sonrası dünyanın finansal ve ticari çatısını oluşturan kurumların yapılarının niteliksel bir değişikliğe uğraması gerekiyor.
Aslında IMF’nin kendisi de ya ortadan kalkacak ya da yeni döneme uygun olarak baştan örgütlenecek, yapılanacak.
Bundan dolayı IMF, bu dönemde, kendi-artık geçmişte kalmış- dayatmalarından çok, anlaşacağı ülkelerin “sözlerini” dinlemek zorunda. Hele Türkiye gibi artık G-20’de söz sahibi olan bir ülke için bu kaçınılmaz bir durum.
Bundan dolayı IMF zaten öteden beri, ortalıkta dolaşan “şaşkın ördek” ti. Geri adımda atamaz, ileri adımda. Anlaşma olacak; çünkü Türkiye’nin yenidünya düzeni gereği bu krizden en az etkilenen ülkelerden biri olması gerekiyor. Obama’da bunun için geliyor zaten.
2-. Bu kriz ortaya çıkarmıştır ki; dünya yeni bir küreselleşme dönemine giriyor. Yaklaşık 200 yıllık bir model yerle bir oluyor. Şimdi Obama Türkiye’ye geliyor. Bu bir ihsan değil; Obama yeni dönemi anlatmaya Türkiye’den başlayacak. Bu, yeni dönemin savaşla ve halkları birbirine kırdıran diktatörlüklerle olmayacağının ilk işareti. Eskiden Türkiye gibi ülkelerin başbakanları seçilir seçilmez kendilerini anlatmaya ABD’ye giderlerdi. Şimdi bir ABD başkanı, seçilir seçilmez, Türkiye’ye geliyor; Çünkü ABD artık gücünü ve hegemonyası paylaşmak zorunda.
Krizin en önemli aşamasına geldik. Avrupa ekonomisinin üretim, finans, ticaret ve parasal bütünlük olarak yeniden yapılanması kaçınılmaz. Bu da bize bu krizin derinliği ve süresi ile ilgili önemli bir ipucu veriyor. Bugün Almanya bile, dünya piyasalarından, uzun vadeli borçlanma sıkıntısı çekiyor. İşte bu durum artık Türkiye için Avrupa’nın değil, Avrupa için Türkiye’nin gerekli olduğunu anlatıyor.
İkinci savaş sonrası nasıl Avrupa’yı Amerika toparladıysa bu sefer Avrupa’yı Asya toparlayacak. İşte Türkiye burada Avrupa ile Ortadoğu’yu birleştirecek en önemli aktör.
Türkiye’nin önünde dünyanın en önemli finans ve enerji merkezlerinden biri olma fırsatı var. Artık İran’ın, Türkiye’nin ve Asya’nın çok önemli olacağı bir ara döneme giriyoruz. Ama bu ara dönemin nasıl bir dünyanın kapılarını aralayacağını da, yine bu dönemde ortaya çıkacak “yeni” siyasetin kurumları ve aktörleri belirleyecek.
3- Deniz Baykal’ı hiçbir konuda ciddiye almıyorum. Deniz Baykal’ı 1933 Almanya’sına ışınlamak gerek. Orada Hitler’le, Goebbels’le siyaset yapsın. Baykal ancak 1933 Almanya’sına yakışır. Bugünün Türkiye’siyle alakası yok.
4- Eğer IMF ile anlaşma olsa bile, genişlemeci ve enflasyondan ziyade işsizlikle mücadeleyi öne çıkartan bir ekonomi-politika olması gerekir diye düşüyorum. Unutmamak gerekir ki; Türkiye 1,5 yıl sonra yine seçim havasına girecek. AB reformlarını, demokratikleşmeyi eğer AKP arkaya iterse, ötelerse ekonomi de iyiye gitmez. Türkiye bu yeni dönemde hem batısına hem de doğusuna dönük bir hat izlemelidir. Bunun da işaretleri var.
***
Gazeteport yazarı Yavuz Semerci
“TÜRKİYE’NİN HİÇBİR ZAMAN IMF’YE İHTİYACI OLMADI”
1- IMF görüşmeleri kapalı kapılar arkasında sürüyor. Kimin ne talep ettiği, kimin neyi kabul edip etmediğini bilmiyoruz. Ve açıklamalar hep tek taraflı olarak Türk hükümetinden geliyor. Bu veriler ışığında sağlıklı bir değerlendirme yapılması mümkün değil. Ancak, Erdoğan, IMF’yi kendi koşullarını dayatarak, masaya oturtmuş bir başbakan imajı verdi. Doğru veya yanlış halk nezdinde siyaseten teslim olmayan bir profil çizdi.
2- Finans sisteminin ayakta kalmasını hükümette bir rehavet yarattığını düşünüyorum. Esasında Türkiye’nin hiçbir zaman IMF’ye ihtiyacı olmadı. Sadece çalkantılı dönemlerde yurtdışı kaynaklara ihtiyaç duyan bir ülke olmamız nedeniyle, yurtdışı yatırımcılara güven vermek için kullandığımız bir kaldıraç oldu hep IMF.
3- Karamsar olmak için yeteri kadar nedeni olan bir ülkeyiz. Ancak gelecek beklentilerde ben iyimser bakmayı olmayı tercih edenlerdenim. Türk ekonomisinin, dünya ekonomisindeki iyileşmeden nasibini alacak kadar globalleştiğini düşünüyorum. Tartışmamız gereken daha iyi olacakken neden olamadığımızdır… Ve neden enerjimizi tüketecek boş konular üzerinde sosyal kamplar yaratmakta bu kadar becerikli oluşumuzdur.
4- Ben almaları gereken önlemleri zamanında almayarak ciddi bir işsizlik dalgası yarattıklarını düşünüyorum. Reel sektörün sorunlarına, “bunlar hükümetleri köşeye sıkıştırıp nemalanmaya alışmışlar” diyeceklerine tüketimi canlandıracak bazı indirimler yapmalıydılar. Şimdi bu konuda adım atacaklarını anlıyoruz. Çünkü, vergi indirimi yapmazlarsa, mevcut vergi gelirlerinin de düşeceğini gördüler. Ve işin en tuhafı, Türkiye her krizden sonra, dolaylı vergi yükü artan ülke oluyor. 1994’e kadar toplam vergi gelirlerinin yüzde 30’u dolaylı, yüzde 70’i doğrudan sağlanıyordu. Şimdi tam tersi oldu. Korkarım, bir yıl sonra, vergi gelirlerinin yüzde 80’ni dolaylı vergilerden oluşacak, sokakta yürüme vergileri karşımıza çıkacak.
***
İstanbul Ticaret Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd.Doç.Dr.Kahraman Arslan
"MÜZAKERE SANATINI ÖĞRENDİK"
IMF’nin Türkiye’ye yeni bir öneri paketi sunmasını IMF’in “geri adımı” olarak değerlendirmeyi çok doğru bulmuyorum. Çünkü bu bir müzakere süreci. Bu süreçte dersini iyi çalışan, iyi hazırlanan taraf istediğini elde edecektir. Bu durum doğal olarak karşı tarafın geri adım atması olarak algılanabilir.
Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın IMF ile ilgili değerlendirmelerini ise “ezber bozma” olarak yorumlamak mümkündür. Yerleşik alışkanlıkların aşılması kolay olmuyor. Şimdiye kadar yapılan stand-by anlaşmalarında her duruma göre hazırlanmış ciddi ve tutarlı senaryolarla IMF’nin karşısına çıkılmadığı için genellikle bir panik havası içinde önümüze ne konulursa kabul etmek durumunda kaldık. Rasyonel düşünme yeteneğimizi harekete geçiremedik ya da doğru olanın IMF tarafından sunulan reçete olduğunu kabul ettik.
Oysa ki her koşulda bir seçim vardır. Farklı koşullara karşı hazırlıklı ve öngörülü olunduğu takdirde şok yaşanmaz, çok geç ve çok geriden gelen bir reaksiyona ihtiyaç duyulmaz.
Tepkisiz toplumlar, yaşamayan toplumlardır. İçinde bulunduğumuz global kriz ortamında ayakta kalabilmek için IMF ile bir anlaşma yaparken her zamankinden daha fazla “ince eleyip sık dokumak” zorundayız. Bunu yaparken IMF’nin dayattığı koşulları lehimize çevirebilmek için onları ikna etmemiz gerektiğinin bilincinde olmalıyız. Buna “yönetim sanatı” veya “müzakere sanatı” diyebiliriz.
Sadece klasik bilgi ve belgeleri statik bir incelemeye tabi tutarak anlaşma koşullarını oluşturan IMF heyeti, sanıyorum ki karşısında farklı ihtimalleri ya da dayatılan koşulların olumsuz yönde değişme olasılığını müzakere etmeyi bilen bir yönetim karşısında, adına geri adım da deseniz veya aklın yolu da deseniz, bir noktaya gelmiştir.
"IMF KÖPRÜDEN ÖNCE SON ÇIKIŞ DEĞİL"
1970’li yıllardan beri IMF ve Dünya Bankası gelişmekte olan ülkelere hep ihracata yönelik sanayileşme politikaları uygulamalarını tavsiye etmiştir. Özellikle yabancı sermaye desteği ile kurulan sanayilerin iç Pazar yerine dünya pazarları için üretim yapmaları istenmiştir. Bu tavsiyelere uyarak ihracata yönelik politika izleyen Uzakdoğu Asya ülkeleri ihracatlarını gerçekten önemli ölçüde artırmışlardır. Fakat ihracatlarındaki bu önemli artışlara rağmen ekonomik kalkınma ve büyüme hedeflerine eriştiklerini söylemek zordur. Bu ülkelere yakından baktığınızda ülke içindeki sosyal dengelerin hiç de iyi olmadığı görülecektir.
İçinde bulunduğumuz global kriz, dışa dönük bu stratejinin başarısını bir anlamda boşa çıkarmıştır. Sıfırladı demeyelim ama önemli ölçüde sınırlanmıştır. Ayrıca, kalkınmanın yolunun sadece sanayileşmeden geçtiği düşünülerek birçok ülkede tarım kesimi ihmal edilmiştir.
Türkiye’de de 1980’den itibaren uygulanan ihracatı teşvik edici politikaların zaman zaman Türk ekonomisine önemli maliyetler yüklediği görülmüş olsa bile, izlenen bu politikaların Türk sanayini daha rekabetçi bir ortama sürüklemesi bakımından büyük yararı olmuştur. Bu politika, IMF tarafından da hemen her dönemde teşvik edilmiş ve genellikle iç pazarın daraldığı dönemlerde ihracat bir nevi can simidi olmuştur.
Şimdi bu can simidinin önemi en azından otomotiv, tekstil, beyaz eşya gibi sektörlerde azalmış ve azalmaya devam etmektedir.
Buna karşılık, büyük ve canlı bir iç pazar potansiyelimiz her zaman olduğu gibi şimdilerde de mevcut. Yurtiçi pazarlara dönük sanayilerimizin ithal ürünlerle rekabet etmesi ve iç pazarı kaptırmaması kurların 1.800’e ulaştığı bu dönemde daha kolay hale geldi. Otomotiv ve tekstil gibi ihracat şampiyonu sektörlerimizin en büyük sıkıntıyı çekmesi bu yüzden.
Bu gerçeği IMF’nin görmemesi ve krizden çıkış için diğer ülkelerde kamu yatırımlarının artırılmasını istemesine karşılık, Türkiye’de tam tersi bir tutum takınması ve vergilerin artırılmasını ve nereden buldun yasasını çıkarmamamızı istemesi yadırganmaktadır. Nitekim varlık barışı yoluyla neredeyse IMF’den sağlanacak kaynak kadar bir fonu sağladık bile.
Kaldı ki IMF reçetelerinin ne kadar isabetli olduğu, sadece bizim ülkemizde değil, birçok ülkede sorgulanmaya başlanmıştır. IMF de bu gerçekleri görmüş olmalı ki Türkiye’ye yeni öneri paketi sunmayı kararlaştırmış.
Diğer yandan IMF anlaşmalarının en önemli varlık nedeni bütçe disiplininin sağlanmasıydı. Türkiye’de Kemal Derviş’ten bu yana bütçe disiplini sağlanmış ve titizlikle korunmuştur. Bundan böyle IMF anlaşması olmadan da bu disiplinin sağlanması mümkündür.
İşte Türkiye’nin elini güçlü kılan unsurların başında Türkiye’nin ihracat düşüşünden dramatik şekilde etkilenme olasılığının az olması gelmektedir. İhracat düşüyor ama cari açığımız daha yüksek hızla azalıyor. Bu da Türkiye’nin en azından bu kriz ortamında elini rahatlatıyor.
Diğer yandan kriz dünyada 14 trilyon dolarlık paketleri eritti. Birçok ünlü banka ve firma battı. Milyonlarca insan işsiz kaldı. Türkiye ise bu alıcıların etkisinde kalarak krizi yaşıyor. Buna rağmen bankalarımız karlılıklarını artırıyor, yeni emlak projeleri hala rağbet görüyor, 150 ülke arasında 17.büyük ekonomi olan Türkiye, kriz sonrasında ilk 10 ülke arasına girmeye aday. Bu yüzden hala doğrudan yabancı sermaye çekebiliyor. Uluslar arası derecelendirme kuruluşlarından olumsuz sesler yükselmiyor.
Bütün bunlar Türkiye’nin elini güçlü kılıyor ve dünya ekonomi konjonktüründeki yerimizi sağlamlaştırıyor. Yoksa kuru gürültüye kimse pabuç bırakmaz.
"KARAMSARLIK BULAŞICIDIR"
CHP lideri sayın Deniz Baykal’dan şunu beklerdim. Ulusun ve ülkenin içinde bulunduğu durumun gerçekçi bir tespitini yapması, bunun iç ve dış nedenlerinin saptanması ve ülke menfaatini oluşturan bir görüşte birleşilmesinin sağlanması. Bu takdirde bu büyük bunalımın atlatılması yönünde önemli bir adım atılmış olacaktır.
CHP’nin kurucusu Yüce Atatürk’ün, siyasi bağımsızlığın ekonomik ve mali bağımsızlıkla tamamlanmadığı takdirde yetersiz kalacağı yönündeki uyarısını dikkate alarak ekonomimizin kendi gücü ile ayakta durabilmesi için öneri getireceğine, yangına benzinle gitmeyi tercih ediyor Sayın Baykal.
Bu düşünce yapısı, bugüne kadar eksikliğini çektiğimiz sermaye ve teknolojinin yurtdışından kolayca sağlanabileceği, dış yardım ve borçlanma yollarının yurtiçinde tasarrufların artırılması ve teknoloji üretilmesinden daha kolay olduğunu bize senelerdir telkin eden, zaman zaman da doğrulatılmak istenen bir düşüncenin ürünüdür. Bu düşünce tarzı, dış yardım olmazsa vw IMF ile anlaşma yapılmazsa Türkiye’nin varlığını ve gelişmesini sürdüremeyeceği inancını Türk halkına sindirme çabalarının bir sonucudur. Öyle ki, dış kaynak sağlanamazsa ekonomi felç olacak, Türkiye iflasa sürüklenecek, milletin ümüğü sıkılacaktır.
Bu doğru değil. Türkiye ve Türk ulusu bunu bir kader olarak görmemelidir. Bunun yerine Türk halkına, dışarıdan gelecek yardım ve desteklerin sorunlarımızı çözmeye yeterli olmayacağını, ürettiğimizden fazla tüketme lüksümüzün kalmadığını anlatmalıyız.
İçinde bulunduğumuz kriz, tasarrufların ve yatırımların artırılması, demokratikleşmenin kaçınılmaz ve başka alternatifi olmayan bir yol olarak görülmesi ile aşılabilir.
Bunun için iktidar ve muhalefetin, kamu ve özel sektörün hep birlikte bu düşünceye odaklanması lazım. Felaket tellallığının kimseye faydası yoktur ve ülke gerçeğini yansıtmadığı için çok şükür ki milletimiz tarafından fazla ciddiye alınmamaktadır.
"DEĞİŞİM DÖNÜŞÜM STRATEJİSİ"
Yerel seçimlerden hemen sonra G-20 zirvesi, Nato toplantısı ve ABD Başkanı Obama’nın ziyareti ile siyasi tansiyon düşecek, seçim heyecanı bitecek ve herkes işine gücüne dönecektir.
Bu arada ekonomi de soğuyacak ve normalleşme sağlanınca IMF ile anlaşmaya varılacaktır.
Hükümet, krizin etkisinin kısa sürede giderilmesinin mümkün olmadığının farkında. Bu yüzden bırakın vergi artışını, ÖTV, KDV, KKDF oranlarında önemli ölçüde düşüşler öngörülmekte, KOSGEB ve EXIMBANKfonları desteklenmektedir. Böylece en büyük sorun olan talep azalmasının önüne geçilmesi beklenmektedir. Şimdiden tüketici güveninde toparlanma olduğu söyleniyor.
Bu yüzden IMF’nin de iç talebi genişletecek bir anlaşmaya yanaşması zorunluluk. Başbakan Erdoğan ve hükümet de bunun öneminin farkında ve iç talebi artıracak ve işten çıkarmaları önleyecek ekonomik politikaların uygulamaya konulması beklenmektedir.
Diğer yandan fırsatları da beraberinde getirdiği hep vurgulanan bu kriz ortamındaki iç ve dış gelişme olanakları, Türkiye’nin ekonomik bağımsızlık mücadelesindeki başarı ihtimalini çok artırmaktadır. Ekonomideki serbest yaklaşımların yerini müdahaleci yaklaşımlara bırakacağı, bu eğilimin sonucu olarak global değil, glokal (lokal veya bölgesel) üretim ve pazarlama çabalarının yoğunlaşacağı anlaşılmaktadır.
Ölçek ekonomilerinin yerini, küçük ölçekli ve şartlara çabuk uyum sağlayan esnek işletmelere bırakacağı öngörülmektedir. Bu durum, işletmelerinin %99’u KOBİ olan Türkiye için önemli bir avantaj olarak kabul edilmelidir. Bunun için başta tekstil ve hazır giyim gibi emek yoğun sektörler olmak üzere tüm sektörlerde yeni bir değişim-dönüşüm sürecinin başlatılması ve KOBİ’lerin ayakta kalmasını sağlayacak ve böylece işsizliğin önüne geçecek ekonomik politikalara ağırlık verileceğini bekliyorum.
Sonuç olarak Çetin Altan’ın dediği gibi, “enseyi karartmayalım”, bu da geçer.
Hülya Okur-HaberX
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.