Serdar Arseven

Serdar Arseven

Öğretmenler gününde, “Benden” bir hatıra!..

Öğretmenler gününde, “Benden” bir hatıra!..

Dokuz yaşındaydım. Annem ve babam yoktu.
Birilerinin himayesindeydim ve o birilerinin yardımıyla ilk defa “müsamere”ye çıkacaktım.

“Baltalar elimizde uzun ip belimizde” şarkısını, “ormancı” aksesuarıyla icra edecektik.
Bunun için; belinde ip, bir ormancı kıyafeti diktirmek ve bir de oyuncak balta edinmek gerekiyordu.
“Himayecilerim” bütün bunları temine söz verince ismimi yazdırdım listeye.
Sekiz kişiye ihtiyaçları vardı;
“Ormancı kadrosu” için müracaatta bulunanların sayısı ise dokuz idi.
Bir kişi fazla geliyordu.
Öğretmenim şöyle bir düşündü ve bana döndü: “Serdar” dedi, “Seni başka zaman oynatırız!..”

Yıkıldım o an...
“Niye ben?” dedim.
Niye ben?!..
Hem sonra, “ormancılıktan” daha güzel bir rol gelir miydi önüme.
O gömlek, o yelek, şalvar pantolon, çarık...
Belimde ip, omzumda balta!..
“Biz gideriz ormana hey ormana!..”

Sekiz kişi lazımdı ve biz dokuzduk...
Birinin elenmesi gerekiyordu ve o “kıyafetini anne ve babasının düzmediği” çocuklardan biri olacaktı.
O sadece bendim!.. Ve bunu en iyi öğretmenim biliyordu!..

Fazlalıktan dolayı müsamereye çıkamayacağım söylendiğinde, müthiş bir öfkeye kapıldım.
Üzüntünün çok ötelerine geçmiştim; isyan halindeydim.
Annesi ve babası olan bütün çocukları öldürmek istiyordum!..
En azından birini öldürüp müracaatçıların sayısını sekize indirmek!..

Kafamdan olmadık düşünceler geçiyordu ki; öfkemden mi etkilendi yoksa annelik hissi mi ağır bastı bilmem; aklına müthiş bir fikir geldi öğretmenimin.
“İlle de sekiz kişi olacak diye bir şey yoktu” ya!..
Dokuz da olabilirdi... Hatta on bile.

Kadroya zor bela da olsa girebilmek yetmişti bana.
Ötesini düşünmüyordum. Biraz madara olmuş gibi de hissediyordum kendimi ama “Ormancı” kıyafetiyle boy gösterecek olmanın heyecanı gururumu yenmişti.
Öğretmenime gösterdiği bu incelikten dolayı teşekkür etmedim. Sadece baş salladım, “Olur, ben de katılayım bari” anlamında.

Ve nihayet o büyük gün gelmişti!..
Ben, kıyafetlerim... Ve en önemlisi de baltam...
Müthiş havalıydım ya da öyle olduğumu zannediyordum.

Müsamerenin başlamasından dört saat evvel, bizi sıkıca çalıştırmaya başladılar.
Şarkı sözleri ezberimizdeydi, nasıl dizileceğimiz ve adımlarımızı nasıl atacağımız gösteriliyordu son etapta.
Yuvarlaklar çiziyorduk, şarkı söyleyerek... Başka bir incelik yoktu!..
Bütün numara, kıyafetiydi... Özellikle ipte ve ille de “balta”da.

Ben dokuzuncu sıradaydım. Lâkin aldırdığım yoktu, öbür taraftan bakıldığında birinci sıradaymışım gibi duruyordum nasılsa.
Provalarda acayip başarılıydım.
Hoş, başarılı olduğumu söyleyen yoktu ama ben öyle olduğumu düşünüyordum.

Salon dolmaya başlayınca, provaya son verildi.
Eğitmenimiz, bize güvendiğini söylüyordu.
Hepimiz çok zeki ve kabiliyetli çocuklardık. Onu ve okulumuzu vali yardımcısının, milli eğitim müdürünün önünde mahcup etmeyecektik.

Bizi kulis gibi bir mekâna aldılar.
Öğretmenimiz geldi; “İsteyen gidip kantinden bir şeyler alabilir. Müsamereye aç, susuz çıkmayın” dedi.
Cebimde, “sucuklu tost” alacak kadar para vardı. Pek severdim sucuklu tostu ama, “Müsamereye çıkacakken yemek doğru olmaz” diye düşündüm.
Kantinden bir “kaşarlı” aldım ve salonun sahneye hakim bir köşesinde yemeye başladım.
İkinci ısırığı alıyordum ki; “Eyvaaah” nidası kapladı kalbimi: “Baltam!..”

“Baltam yok!” diye bağırdım... Kaşarlı tostu bırakıp sandalyenin üstüne, kantine koştum. O gün gitmemiştim ama nedense tuvalete de baktım.
Merdivenler, bahçe, kalorifer dairesi, perde arkasındaki müsamere salonu, kulis... Yok, yok!..

Öğretmenime rastladım, “Ne bu kan ter içinde!.. Oyunun başlayacak, ne yapıyorsun sen” diye bağırmaya başladı.
“Baltam” dedim, “Öğretmenim, baltam kayıp!..”

“Her yere baktın mı?..”
Bu ne saçma bir soru; her yer neresi, benim baltam nerede?!..
Çocuklardan biri mi aldı?..
Öldürmeyi ihmal ettiğim analı babalı çocuklardan biri mi aldı baltamı?..
Kendi baltasını kaybetti de benimkini mi çaldı?..

Panik halindeydim. “Baltasız da çıkarım” dedim.
“Kimse anlamaz öğretmenim, lütfen öğretmenim!..”
Sekiz kişilik kadroyu dokuza çıkartmış olmak suretiyle zaten yeterince “fedakârlıkta” bulunmuş olan öğretmenim, kararlı bir şekilde...
“Olmaz” dedi, “Baltasız olmaz!..”

“Ormancı bu, baltasız olur mu?..
Olmaz...
Aptal!.. Madem kaybettin, cezanı çekeceksin!.. Kendi düşen ağlamaz!..”

Bu öğretici azar kalıplarını döktü ve gitti öğretmenim.
Ben, tuhaf hallerdeydim. Anneli babalı arkadaşlarımdan hiçbirini öldürmek istemiyordum artık. Kendimi öldürmek istiyordum; “hayatının fırsatını kaçıran bir ‘aptal’ın” yaşamaya hakkı yoktu. Lakin, şu mide denilen organ yok mu; beyin ölümü düşünürken, o acıkıyordu.
Cebime baktım, kantinden yeni bir tost alacak para kalmamıştı.
“İki parçası kopartılmış” kaşarlı tostu üzerinde bıraktığım sandalyeye gittim... Baltadan sonra o da kaybolmuştu!..

Baltam yoktu, açtım...
Ve baltasını kaybetmemiş, karnı tok çocukların “oyununu” izliyordum!..


Önceki ve Sonraki Yazılar
Serdar Arseven Arşivi