Ahmet Akgündüz

Ahmet Akgündüz

Risale-i Nur’a yapılan bazı itirazlar ve ilmî cevapları

Risale-i Nur’a yapılan bazı itirazlar ve ilmî cevapları

Son zamanlarda Bediüzzaman ve onun eserleri olan Risale-i Nur Külliyatına yönelik bazı itirazlar yükselmeye başladı. Bir asırdır bu itirazlar yapılıyor ve hatta o yalancı peygamber bile ilan ediliyordu. ‘Erzurum’daki bir ilahiyat profesörünün 20 noktada Ehl-i Sünnete muhalefet bulduğu söyleniyor’ şeklinde ve imalı bir tasvip ile televizyon kanallarından açık bir hata yapılınca bazı meselelerde cevap verme ihtiyacını hissettim. Bu konuyu ele almak için bazı hakikatleri beraber paylaşalım:
1. Ehl-i Sünnet, Küfür ve İman Meseleleri
Maalesef bu asırda Müslümanların en büyük problemi ehil olan ve olmayan herkesin ağzından ‘filan kâfirdir, filan ehl-i sünnet dışındadır’ gibi kelime ve cümlelerin kolaylıkla çıkmasıdır. Halbuki Bediüzzaman’ın yerinde ifadesiyle ‘Avam-ı nâstan, hakaik-i diniyeyi tabir eden ancak yüzde birdir. Tabir etmemesi, bilmemesine delil olamaz. Evet, çok defa lisan, insanın tasavvuratından incelerini tabirden âciz olduğu gibi kalbindeki ve vicdanındaki inceler de akla görünmez. Hatta belâgat dahilerinden Sekkakî gibi bir zât; İmri-ül Kays veya başka bir bedevinin ibraz ettiği belâgat incelerini kavramamıştır. O halde imanın var olup olmadığı sorgu ile anlaşılır. Meselâ âmi bir adama, bütün cihetleriyle, eczasıyla kudretinde ve tasarrufunda bulunan Sâniin yarattığı bu âlemin bir cihette Sânii olup olmadığı hakkında bir sorgu yapıldığı zaman, “Hiçbir cihette değildir! Olamaz!” dese kâfidir. Çünkü inkâr cihetinin yani Sâni’siz olamayacağının onun vicdanında sabit olduğuna delalet eder.’1 Ayrıca ‘Birisi dese ki, “Bu şey küfürdür.” Yani, o sıfat imandan neş’et etmemiş; o sıfat kâfiredir. O haysiyetle, o zat küfür etti, denilir. Fakat mevsufu ise, mâsume ve imandan neş’et ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da hâize olan başka vasıflara malik olduğundan, o zat kâfirdir, denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş’et ettiği, yakînen biline... Zira başka sebepten de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde şek var; imanın vücudunda da yakîn var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez. Tekfire çabuk cüret edenler düşünsünler!’2
Bu önemli hatırlatmayı yaptıktan sonra iki önemli noktayı açıklamak durumundayız:
Birincisi; Ehl-i sünnet ve ehl-i bid’at mezhepleri kavramlarını anlamak için şu bilgileri vermek zorundayız. Mezhep kelimesi, sözlük anlamı itibariyle gidilen yol demektir. İslâm dininde çeşitli alanlardaki fikir akım ve ekollerine de mezhep denmiştir. Ancak inanç itibariyle mevcut olan mezhepler ile hukuk alanındaki mezhepler birbirine karıştırılmaktadır. Hâlbuki itikadî hükümlerle ilgili fikir ayrılıkları, İslâmın “usûl” denilen temel ilkelerini yani imanın şartlarını ilgilendirdiğinden, “ehl-i sünnet (sünnî)” ve “ehl-i bidât (bâtıl)” ayrımı söz konusu olmaktadır. Hukukî (amelî) hükümlerle alakalı fikir ayrılıkları ise “füru” denilen ve içtihadî olan esasları ilgilendirdiğinden, bu sahadaki mezhep arasında sünnî-bâtıl ayrımı söz konusu değildir. İslâm hukukundaki mezhepler, Kur’an ve sünnetin açıkça düzenlemediği konulara ait hükümlerin yine bu iki kaynaktan ancak bazı esaslara ve diğer kaynaklara müracaat edilerek tespitinde yani içtihatta ortaya çıkan fikir ayrılıklarından doğmuştur. Yoksa İslâmın temel ilkelerinde ittifak söz konusudur. Bu genel kaideyi bozan tek istisna, kurucuları Şiî olan hukuk mezheplerindedir. Bunlar, itikadî sahadaki fikir ayrılığını hukukî alana da çekmişler ve hukukî meseleleri de tamamen itikadî görüşlerine göre şekillendirmişlerdir. Bu şüphesiz yanlış bir tutumdur.
Hz. Peygamber’in ve O’nun ashabının yolundan giden Müslümanların çoğunluğu tarafından benimsenen ehl-i sünnet mezhebinin iki ayrı kolu vardır: Bu iki kol arasında 20 tane ayrıntılı meselelerdeki küçük fikir ayrılığı dışında fazla bir fark yoktur. A) Mâturidiye koludur. B) Eş’ariye koludur. Bir de selef-i salihin vardır. Hz. Peygamber’in izinden ve sahabelerin de yolundan ayrılarak, İslâmın ruhuna aykırı fikirlere saplanan ve dinden olmayan fikirleri dindenmiş gibi gösteren fikir akımlarına ehl-i bid’at veya bâtıl mezhepler denmektedir. Bunlar yedi ana kola ayrılmaktaysalar da, biz bunlardan sadece konumuzu ilgilendiren üç grubu zikredeceğiz: A) Hariciler (Havâriç). B) Mu’tezile. C) Şia
İkincisi: Bir görüşün insanları veya grupları ehl-i sünnetin dışına itebilmesi için iman esaslarında ehl-i sünnete muhalefet etmesi şarttır. Mesela, Şiîler, Sünnet kavramını, Hz. Peygamber’in ve kendilerince masum (günahsız) kabul edilen imamların sünneti olarak tarif ederler. Bu, Şîa’nın itikadî açıdan ehli bid’at olması sonucunu doğuran temel esaslardan birisidir. Eğer ikinci derecedeki meselelerde görüş ayrılığı var ise, bu insanları ehl-i sünnetin dışına itmez. Buna en güzel misal imamet meselesidir. Bununla alakalı olarak bir devirde iki halifenin caiz olup olmadığı uzun uzadıya tartışılmıştır. Her ne kadar ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunluğu olmamalı demişler ise de, özellikle Endülüs âlimleri buna cevaz vermişler ve Endülüs Emevi halifelerinin meşruiyetini kabul etmişlerdir. Bu noktalarda azınlığın desteklediği görüşü benimsemek asla ehl-i sünnetin dışına çıkmak demek değildir. Hz. Peygamber’e nübüvvet geldikten sonra fetret devri olup olmadığını tartışmak da bu gruba girmektedir. Onun ayrıntılarını da bir sonraki yazımızda göreceğiz.
1 Bediuzzaman Said Nursi, İşârât el-İ_câz,
(İstanbul: Envar, 2004), sh. 41-2.
2 Bediuzzaman Said Nursi, Sünühat, sh. 41-2.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Akgündüz Arşivi