Bozanın bozuğu, şıranın fışkırmışı!

Bozanın bozuğu, şıranın fışkırmışı!

Şu bizim meşhûr Câhiliye cühelâsı tâifenin “evlere şenlik” ikiyüzlülüğünden söz ediyordum. Hani şu selîm akıllara durgunluk verici “dinci”ye karşı ama ille de “dindar”a saygılı, hatta “dindar”dan yana olma riyâkârlığından.
Bu tâifenin “saygılı” ya da “yana” olduğu, daha doğru bir deyişle “uygun gördüğü” “dindar”ın – ki, mazlûm ve de mahzûn memleketimiz sözkonusu olduğuna göre besbelli Mü’min/Mü’mine Müslüman “dindar”ı kasdetmektedirler – taşıdığı/taşıması gereken özellikleri şöyle bir sıralamaya çalışalım. Bu “dindar”:
1. Mutlaka/yalnızca köylü ya da kasabalı olup yine köyde ve/veya kasabada yaşamayı ve gerekmedikçe “taşra” sınırlarından dışarı çıkmamayı tercîh eder;
2.Namazında-niyâzında”dır. Ancak bunun da – özellikle bu tâife tarafından uygun görülen(!) belli şartları/sınırları vardır ki onları kabaca şöyle sıralayabiliriz: a. Namazını en kötü hâlde mahalle ve/veya semt camiinde iki elin parmak sayısını geçmeyen mütevâzı bir cemaatle, en iyi hâlde/tercîhen evinde ve tek başına kılar; b. Cuma namazına icâbet konusunda, “çağdaş/modern hayat”ın şartlarını öncelediği için(!) fazla ısrarlı ve tutucu değildir; c. Cuma günü cami hıncahınç doluysa, yakında da başka bir cami yoksa, seccâdeyi avluya/kaldırıma/sokağa serip ille de Cuma namazını edâ etme gayretini ortaya koymak yerine: “Avrupalılar bu hâllerimizi görünce ne der! Rezîl oluruz vallâhî!” kaygısıyla ve “N’apalım, demek nasib değilmiş bize bu Cuma’yı edâ etmek! Haftaya olur inşaallah!” diye boynunu bükerek iş yerine/evine gerisin geri dönebilecek kadar “kendine yönelik hoşgörü” sahibi ya da “mezhebi geniş”tir;
3. Mubârek Kur’ân’ı evinde, tercîhen tek başına, sessiz sedâsız ve gözyaşları içinde ama tek kelimesini bile anlamadan yalnızca “yüzünden” okumakla yetinir; yani, onu, Mü’min/Mü’mine Müslümanların hayatlarını - “dünya işleri” de dahil olmak üzere - düzenleyen temel hükümler/kurallar/emirler ve yasaklar koyan/bildiren bir “hayat/varoluş rehberi” olarak değil yalnızca bir “kutsal kitap” olarak algılar ve değerlendirir;
4. Mubârek Ramazan’da orucunu/iftarını “yakın dost ve aile çevresi”yle sınırlı kalan “hoş ve de nostaljik bir ritüel”(!) olarak gerçekleştirir;
5. Siyâset/ekonomi/toplumsal hayat konularında “suya sabuna dokunmaz”, “etliye sütlüye” pek fazla “karışmaz”; “Allah devletimize zevâl vermesin! O herşeyin önünde ve üstündedir! Devlet büyüklerimiz ve onlardan da büyük olan paşalarımız bizim için neyin iyi, neyin kötü, neyin doğru, neyin yanlış, neyin gerekli, neyin gereksiz olduğunu bizden ve herkesten çok daha iyi bilir! Bize düşen, onların hakîkaten de ûlû’l-emr sıfatı taşımaya lâyık olup olmadıklarını hiç dikkate almadan, onları ûlû’l-emr bilip, boyun büküp, her emirlerine kayıtsız-şartsız itaat etmektir!” diye düşünür ve öyle davranır! “Devletin kestiği parmak acımaz; askerin yaptığı/vurduğu darbe asla acıtmaz/acıtamaz” ilkesini benimsemiştir ve cansiparâne savunur!
Aslında bu listeyi uzatmak ve ayrıntılandırmak mümkündür. Ama bu kadarı bile bu çarpık zihniyet sahiplerinin maskelerini düşürmeye yeter de artar bile! Zira onların “dindar”dan anladıkları ya da uygun gördükleri/onayladıkları, dolayısıyla da saygı duydukları “dindar”ın, Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, azze ve celle, mubârek Kur’ân’da târif ettiği, olmamızı taleb ettiği, Muazzez Peygamberimizin (s.a.v.) sünneti ve sahîh hadîsleri, yani hayatıyla örneklediği “dindar/dîndâr”= “ehl-i takvâ Mü’min/Mü’mine Müslüman”la yakın-uzak hiçbir benzerliği hatta alâkası yoktur! Üstelik ona zıttır/aykırıdır!
Bunu mubârek Kur’ân’la biraz hemhâl olmuş, onu ciddî bir okumayla “okumuş” olan herkes -ister Müslîm, ister Ğayr-i Müslîm- çok iyi bilir ve hemen anlar!
O hâlde nedir bu Câhiliye cühelâsı tâifenin yırtık iç çamaşırından dışarı fırlarcasına Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, azze ve celle, dîni İslâm ve ona kayıtsız şartsız tâbî olan bilumum Mü’min ve de Mü’mine Müslüman hakkında, bir de hiç utanmadan sıkılmadan mubârek Kur’ân’ı şâhit göstererek kestikleri ahkâm/verdikleri fetvâ, nasıl anlaşılmalıdır?
Görebildiğim kadarıyla bu konuda iki ihtimal var yalnızca:
1. Ya bütün “çağdaş aydın”lık iddiâlarına rağmen mubârek Kur’ân’ı okunması gereken ciddîyetle hiç okumamışlardır; yalnızca kulaktan dolma, ordan burdan ayaküstü yalapşap derleme/üstünkörü bilgilerle “idâre” etmektedirler işi – ki bu kendini “çağdaş cumhuriyet aydını”(!) olarak tanımlayan gürûhun her konuda sergilediği “tipik” bir tutum/özelliktir!
2. Ya da, mubârek Bakara Sûresi’nin, 85. âyet-i kerîmesinde dile gelen durum/hüküm geçerlidir bu tâife için: Bismillâhirrahmânirrahîm... (...) Yoksa siz, Kitâb’ın bir kısmına inanıyor, diğer kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Öyleyse bilin ki, içinizden böyle yapanların cezası/hak edilmiş karşılığı, bu dünya hayatında alçalmadan/rezillikten ve Kıyâmet Günü en acıklı azâba uğratılmaktan başka bir şey olmayacaktır. Zira Allah, yaptıklarınızdan gâfil değildir.
Bu tâifeyle işim bitmedi daha! Bu gidişle de kolay kolay bitmeyeceğe benziyor!
Müteyakkız olalım, müteyakkız kalalım...

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi